Son anına kadar beklenmedik zorluklarla karşılaştığım Tokyo Maratonu’nda, bitiş çizgisini görmek her şeye değerdi.
27 NİSAN 2017: Londra Maratonu’ndan döneli on gün olmamış, önümde Meis-Kaş 7.1K yüzme yarışı gibi önemli bir hedef var. Fakat ben tabii ki rahat durmuyorum ve internet üzerinden, katılması en zor yarışlardan biri olan Tokyo Maratonu’na yazılıyorum. İçimden, “Nasılsa ekim sonuna kadar iptal etme hakkım var” diyerek bir köşeye koyuyorum.
4 AY: Daha evvelki üç maraton programımda olduğu gibi antrenmanlara tam 4 ay evvel başlıyorum. Ama daha başlar başlamaz bir önceki ay katıldığım Gloria Ironman 70.3 Antalya’nın yorgunluğu, “Ben daha buradayım” diyor. Haftada 3 kez koşuyorum. Hedefim daha sonra bunu haftada dörde çıkarmak. Böyle uzak ve esasında pahalı da olan bir maratona gideceğim için tek hedefim sakatlanmadan programımı bitirmek. Daha hızlı koşabilmek için interval antrenmanlarından uzak duruyorum. 13-15-17 kilometre diye yükselen haftasonunun uzunları, kasım sonu koştuğum San Sebastian Yarı Maratonu ile son buluyor. Geri dönüp baktığımda, 1,5 ay içinde Ironman 70.3 yarışı, San Sebastian Yarı Maratonu ve şimdi de Tokyo Maratonu hazırlıkları… Bir daha böyle bir hata yapmamaya, hedefleri daha dikkatli seçmeye yemin ediyorum. Tokyo’nun iptal tarihi geçiyor ve biraz da ürperiyorum.
3 AY: Yarı maratondan çıktığım için yine temkinli olup haftada üç koşmaya devam ediyorum. Salı-perşembe günleri 10K yaparken hafta sonları biraz daha uzun koşmaya çalışıyorum. Ancak sol ayağımın altında on gündür devam eden gerginlik ve ağrı şiddetlenmeye başlıyor. Koşarken çok fazla bir şey hissetmesem de tabanım daha sonra zonklamaya, ayakkabı giyince sanki bir şiş sokuluyormuşçasına ağrımaya başlıyor! Beklemeden soluğu doktorumda alıyorum. Önce, koşucuların korkulu rüyası topuk dikenini elemek için bir röntgen çekiliyor. Neyse ki temiz. Topuk kemiğimi ayak parmaklarıma bağlayan düz doku şeridinde (Planter fasya) gerginlik var. Bu doku şeridi ayak kemerimizi destekliyor. Onu ani hız koşuları, farklı zemin, kilometreleri aniden arttırma gibi değişikliklerle gererseniz, esnekliğini kaybediyor, zayıflıyor, şişiyor ve hatta iltihaplanmaya kadar gidiyor. Doktoruma bu değişikliklerin hiçbirini yapmadığımı, haftada 3 gün koşmaya devam ettiğimi söylüyorum. O ise bana gayet ciddi bir tavırla, “Peki Orhan, bunun bile fazla olmadığını nereden biliyordun? Haftalarca koşudan uzak durup sadece bisiklete binmene, sonra da arkasından Antalya’da aniden 21 kilometre koşmana ne demeli? Sence bu yeterli değil mi? Hani yüzecektin? En son ne zaman yüzdün?” diye çıkışıyor. Aralık ayının son iki haftası hiç koşmuyorum. Sakatlığımın geçmesini bekliyorum. Ne yazık ki kendisi çok inatçı! Ayağımızın altı, vücutta en az kanla beslenen bölge olduğu için geçmesi de zor. Çözüm ise bol esneme çalışmaları ve buz.
2 AY: Yeni ay, hatta yeni yıl! Ayağım pamuk gibi oldu. Ama ben korkmuşum bir kere. Şu kalan son iki ayda, haftada üç kez çıktığım koşularla daha dikkatli, daha çok esneme ve kuvvet antrenmanlı devam etmeye karar veriyorum. Hedef Tokyo! Abbot World Marathon Majors’dan, yani büyük altıdan bir tanesi! Ay sonuna doğru çok daha kuvvetli hissetmeye başlıyorum. Belli ki kuvvet antrenmanları işe yarıyor. Hafta içleri on iki kilometre civarı devam ederken, haftasonları yirmilere, yirmi beşlere çıkmaya başlıyorum.
Aylardan ocak. Yollar berbat, karanlık, ıslak ve tehlikeli. Birdenbire sol bacağımda bir iğne acısı ve Sema’nın çığlığını duyuyorum. Tam Aşiyan’dan Emirgan’a doğru geçerken karanlıktan çıkan ve gluteus maksimus’umu hedefleyen sokak köpeği, koşu tempom sayesinde biceps femorisimle yetiniyor. Bildiğiniz köpe kısırıyor! Bu sefer de koşu sonrası hastaneye koşuyorum (ciddiyete bakar mısınız, köpek ısırmış ona rağmen antrenmanı yarıda bırakma yok). Ucuz atlatmışım; sadece dişi girip çıkmış. Koparma yok ama kanama var. Bu yüzden oracıkta batan ve önümüzdeki 3 hafta daha batacak olan tetanos ve kuduz iğnelerine merhaba diyorum.
1 AY: 30 kilometre ayı! Normalde bir maraton antrenmanımda iki üç kez görmem gereken otuzlu kilometreleri, şişen sol taban, ısıran köpek derken sadece bir kere koşacağım. Ancak heyecanım büyük. Bu otuz kilometreden sapasağlam çıkarsam, geliyorum Japonya! Klasik salı günü 10K koştuktan sonra perşembe 8 ve cuma 3,5K koşup kendimi dinlenmeye veriyorum. Cuma akşamı spor masajına gidip yorgun kaslarımın kendine gelmesini sağlıyorum. Ardından pazar günü 30K. Maratonun neredeyse üçte ikisi. Bu yüzden bir gün evvel beslenme oldukça kritik. Ben, uzun koşular öncesinde akşam yenen karbonhidratın bir işe yaramadığına inanlardanım. Bu nedenle öğlen neredeyse iki tabağa yakın makarnayı mideye indiriyorum. Ayıptır söylemesi, penne arabiata. Akşam iki üç dilim pizza ve sabah muz üstüne badem ezmesi yedikten sonra Beşiktaş’tan koşuya başlıyorum. Hafif yağmur var,hoşuma gidiyor. Yirmi ikinci kilometre sahil hattının sonu Sarıyer’ı gösterince,dönüp tekrar başladığım tarafa doğru devam ediyorum. Saatim otuzuncu kilometreyi tam Yeniköy çıkışında gösteriyor. Cebimdeki iki enerji jeline dokunmadım bile. Beşiktaş’tan Sarıyer’e,oradan da Yeniköy’e süren otuz kilometre problemsiz, huzurla bitiyor. Tam iki hafta var şimdi. Tapering zamanı! İsmi bile insanı dinlendiriyor.
SON HAFTA: Salı günü 8K ve perşembe günkü uçuştan sonra, cuma günü Tokyo’da 7K koşuyorum. Yine her maratonun son haftasında olduğu gibi kendimi ağırlaşmış ve koşmaktan uzaklaşmış hissediyorum. Üşütmeyeyim diye son ay kullandığım vitaminleri basmaya devam ediyorum. Tek istediğim bir an evvel start çizgisinde durmak. Göğüs numaramı alacağım fuara doğru yola koyuluyorum. Metro ile gidip gelmek üç saat sürüyor. Sabah onda otelden çıkıp yorgun argın geri dönüyorum. Öğlen yemeğinde makarna, akşam yemeğinde de çok hafif bir salata ve bir dilim ekmek yiyorum. Göğüs numarası takılıyor, saatin şarjı tamam, enerji jelleri sayıldı, altı tane tamam, uğurlu bileklik tamam, çip takıldı tamam. Uyumaya başlayabilirim.
25 ŞUBAT 2018: O gece gözümü neredeyse hiç kırpmadım. İki dakika uyumadım değil, bir dakika uyumadım. Sıcaklar bastı, kitaplar okundu, ılık duşlar alındı; hayır, olmadı. Sonra koyunlar atlatıldı, 370’inci koyuna gelindi, gene olmadı. 23:00’da girdiğim yataktan 04:45’de kalkıp duşumu aldım. 05:15’te açılan kahvaltı salonundaydım. Herkes demir adam gibi dinç, ortalıkta elinde tabaklar gezinirken, ben ringde nakavt olmuş bir surat ile ekmekleri, reçelleri ve tereyağlarını titreyen elimle tabağıma dizmeye çalışıyordum. 4-5 bardak kahveyi kanıma serum basar gibi bastıktan sonra odaya tekrar çıkıp giyindim. Saat 8’de sokağa çıktığımda her yer rengarenk koşucularla doluydu. Koşu sonrası torbamı araçlara verdim. Hava 8 dereceydi ve ben şortlaydım; bacaklar da yanıyordu ama ellerim soğuğa dayanamamaya başladı. Tekrar otele geri döndüm (start çizgisine 4 dakika uzaklıkta), eldivenlerimi aldım.Bir kahve daha içtim. Uçaktan aldığım battaniyelere tekrar sarılıp blokumda yerimi aldım. Son on dakika gözlerimin önünde sadece START yazısı vardı; ne uykusuzluk ne yorgunluk… Her şey bitmişti. An gelmişti. Silah sesi, alkışlar, konfetiler, çığlıklar ve bando… İşte, start halısı masmavi…
Maraton yine her zamanki gibi kafamda bloklara ayrılmıştı bile.
İlk 10 kilometre, yani “Normal bir koşun bu senin, maratonda falan değilsin” bloğu: Her şey gayet sakin ve güzel geçerken, saatimin hep daha ileride olduğunu ve ileride olmayı bırakın, her kilometre farkın açıldığını görür görmez panik oldum. Ancak sonradan fark ettim ki yerde mavi çizgi (perfect line) yoktu ve yollar bizim TEM otoyolu gibi genişti. Dönüşlerde, sağa sola geçmelerde sapmalar yapmaya başladığımda 10. km bittiğinde benim saatim 11 km gösteriyordu. Peki, buna dikkat edilecekti.
10-20 km bloğu: “En sıkıcı ve seni yoracak bloğu – kapat şalterleri hiçbir şey düşünme, bitince geri sayım başlıyor” bölümü. Ve gerçekten bunu yaptım. Daha 25-30 kilometre var düşüncelerine kapılmamam lazımdı. Müthiş bir konsantrasyon ile saati unuttum ve işaretlere bakmadım. Sonunda yine mavi halı (half-point) işareti geldi.
20-30 km bloğu: “Antrenmanına güven” bloğu. Kuvvetli hisset, buralara kadar geldin. O 30’a rahat ulaştın, şimdi de yapacaksın, yaptın mı da geriye sayım başlayacak. Bak 25’e geldin. Gördün mü? Ama bir dakika! Aşil, sana ne oldu? Niye geriliyorsun durup dururken? Aşil tendonum bana mısın demiyordu. Koşu başladığından beri 5:28 çevresinde koşuyordum. Aşilin şu küçük gerginliğinden başka her şey iyi gidiyordu. Pardon, bir de ha bire ileri giden kilometre. 30’uncu kilometreye varmıştım ama saat 32’inci kilometredeydi.
30-40 km bloğu: “Bak gördün mü, otuzu geçtin, artık 5-4-3-2-1 diye geri sayacağın blok” dediğim, ama hiçbir zamanda bunun tutmadığı, maratonun yeni başladığı, dört ay vücuduna ve ruhuna ne verdiysen onun da sana geri döneceği blok. Belli ki vücuduma tam gerekeni vermemişim. Aslında tabanım kötüleşti, iki hafta ara verdim, köpek ısırdı, antrenmanlarımı hep haftada 3 tuttum derken 35’ten sonra her iki bacağımda da femoris kaslarım ve sağ bacağımdaki iliotibial bandım alarm vermeye başladı. Güçsüzleştim. Atacak jel de kalmamıştı. 39’uncu kilometrede gitmekte bayağı zorlanıyordum artık. Vücudumu yolun kenarına çekip bir 30 saniye nefeslenmesini sağladım. Son 3 kilometre kalmıştı. Halk bariyerlerden salkım saçak sarkarak bağırıyordu. Yaşlı bir karı kocanın bana bakıp “hadi” yumruklarını sallamalarından sonra tekrar hareketlendim. Çok yavaş koşmaya başladın. Hızım 7 pace’lerdeydi. İşte tam o anda iki şey oldu: Yanımdan 04:00 pacer’ları balonlarıyla geçti ki bunca acıya rağmen fena koşmadığımın işaretiydi. Bir de 40 kilometre işareti 200 metre önümde duruyordu ve bu da en acımasız bloğun bittiğinin işaretiydi. İşte şimdi kafamdaki son blok, son 2K, aynı Tour de France’ın son etabını adlandırdıkları gibi isimlendirdiğim “şampanya bloğu” idi. Artık ne olursa olsun bu maraton bitmişti. Geri kalanını yürüsem de bitmişti. Ağrılarımı, yorgunluğumu ve 44 kilometre gösteren saatimi unutmuş, hızlanmaya başlamıştım. 6 pace’lere tekrar geri dönmüştüm. Bu, dört ay boyunca hazırlanırken vücuduma değil ruhuma verdiğimin bana geri dönüşüydü. Bu maratonu, bu muhteşem ülkenin maratonunu, zorlukları yenip ne olursa olsun koşmak istemem, hayatın önüme bir engel koymadan beni buralara taşıyabilmesinin hediyesiydi. Ellerim havada, saatim 3:58:14’ü gösterirken tekrar o mavi halıdan, esasında mavi bulutların içinden, bitiş çizgisinden geçiyordum.
Yazı: Orhan Omay