Bir Koşu Tutkununun Felsefesi

Koşuyorum öyleyse varım ve bir yol var kitaplarının yazarı Prof. Dr. Taner Damcı’yla, koşmanın kişiselliği ve Türkiye’de koşuya olan yaklaşım üzerine bir söyleşi.

Koşu hakkında kitap yazmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz?

Koşmak hakkında bir kitap yazmayı, koşmanın egzersiz yapmaktan ya da bir hobiden daha farklı ve daha fazla bir şey olduğunu fark ettiğimde düşünmeye başladım. Koşmak bedensel olduğu kadar da zihinsel bir şeydir. Koşmanın yaygınlaşması toplumsal bir dönüşümdür aslında ve koşmayanları bile etkiler. Kendi yaşamımda bile koşmanın benim için anlamı zaman içinde değişti. Yani ben kendi koşumu değiştirip geliştirdim, koşmak da beni değiştirip geliştirdi. Bana çok şey öğretti. Bunları insanlarla da paylaşmak istedim. Koşuyorum Öyleyse Varım’ın ete kemiğe bürünme süreci, bir önceki kitabım Bir Yol Var’ın hareket bölümünü yazarken başladı. O kitap, yaşam biçiminin sağlıklı yönde değiştirilmesi için farkındalığın kullanılması ile ilgiliydi. Baktım ki kafamda koşmakla ilgili çok duygu, deneyim, anı ve bilgi birikmiş, onları ayrı bir kitapta yazayım diye düşündüm. Bir Yol Var daha basılmadan Koşuyorum Öyleyse Varım’ı yazmaya başladım.

Zonguldak Fener Mahallesi’nde değil de yeşili olmayan, şartları daha zor bir yerde büyümüş olsaydınız, koşucu kimliğinize yine de ulaşabilir miydiniz?

Zonguldak Fener Mahallesi, elbette benim bir koşucu kimliği edinmemi etkiledi. Ancak tek etken bu değil. Örneğin, benim çocukluk arkadaşlarımın çok azı şimdi koşuyor ya da çok farklı ortamlarda büyümüş pek çok harika koşucu var. Kuşkusuz Fener, o yeşillikler içindeki huzurlu ortam ve oradaki insanlar benim koşucu kimliğime güzel dokunuşlar yapmışlardır. Fakat bana öyle geliyor ki ben koşmayı her koşulda mutlaka keşfederdim. Ne yazık ki koşmayı çok sevebilecek, keyifle sürdürebilecek pek çok insan, onunla tanışma fırsatını bulmadan yaşayıp gidiyor.

Neden hep daha fazlasını istiyoruz? Neden sabit bir çizgide ilerlemek varken 10K, sonra yarı maraton, full maraton, sonra da 60’lar 90’lar denemeye kalkışıyoruz? Hırs veya doyumsuzluk mu işin içine giriyor?

Ben bunu doymama olarak değil de gelişme ve ilerleme isteği olarak tanımlıyorum. İnsanın kendini geliştirme dürtüsü ile ilgili. İnsan kendi üst sınırlarına doğru bir çekim duyuyor ve daha fazlasını yapabileceğini hissediyor. Bu başka insanları da etkiliyor ve onlar da bu mesafelerin koşulabilir olduğunu görüyorlar. Böylece insanlar hem kendilerini hem de etrafındaki diğer koşucuları geliştirmiş oluyorlar. Daha fazla ve daha zor tutkusu iyi bir şeydir.

Kitabınızda, koşunun dünyayı bedenimiz üzerinden hissetmemize yardım ettiğinden bahsediyorsunuz. Bu konuyu açabilir misiniz? Koşmak, tam tersine algılarımızı ve konsantrasyonumuzu bedenimize verdiğimiz, ağrılarla ve mesafeyle uğraştığımız bir süreç değil mi?

Dünyayı beş duyumuzla sadece bedenimiz üzerinden algılayabiliriz. Duyular beynimizin dışarıya açılan kapısıdır. Onlar olmazsa çevreyle ilgili en ufak bir fikrimiz olmaz. Zihnimiz buradan gelen verileri yorumlar ve yanıtlar gönderir. Yanıtlar da yine bedenimiz üzerindendir. Koşmak, bedenimizle iletişim kurmamızı ve onu dinlememizi geliştiren bir süreçtir. Çevreyle daha sağlıklı ilişkiler kurmamıza yardım eder. Bu yalnızca koşarken değil koşmadığımız zamanlar için de geçerlidir.

Bazen günlük stres ya da zihinsel yorgunluk, yataktan çıkmamızı engelleyecek bir hale gelebiliyor. Yağmuru bahane edip günlük koşumuzu pas geçebiliyoruz. Bu durumu aşabilmek için bir öneriniz var mı?

Bazen koşuları ya da antrenmanları iptal ederiz. Dünyada üşendiği için koşuya çıkmaktan vazgeçmemiş bir koşucu yoktur. Bahanelerimiz sınırsızdır. Bu durumu aşmak için önerim, koşma kararının ana karar olarak önceden verilmiş olması. Yani, yarın sabah kalkayım duruma göre karar veririm dersek, genellikle koşmayız ama önceden karar vermiş hatta program yapmışsak, koşuya çıkma olasılığımız yükselir. Ölçüyor olmak, hedef koymak ve bir grupla koşuyor olmak kararımızı olumlu etkiler. Ancak yine de üşengeçlikten iptal ettiğimiz koşular dünyanın sonu değildir. Suçlu hissetmemize gerek yok.

Koşu zihinsel bir temizlik getiriyor; bazı problemlerimizi koşuda çözüyor, sorunları daha net anlayabiliyoruz. Bunu yaşayabilmek için mesafelerin uzaması şart mı?

Mesafe göreceli bir kavram. Bu nedenle koşmanın zihinsel etkileri mesafeden bağımsızdır. Zihinsel durum, koşunun başlangıcında, ortasında ve sonunda, yorulup yorulmamış olduğumuza ve başka pek çok faktöre bağlı olarak değişkenlik gösterir. Bedenimizin ritim kazanması zihnimizi rahatlatır. Çevreyle ve anla daha sağlam bağlantılar kurulur. Yaşamımızın diğer alanlarındaki sorunlar, olduğu gibi ve daha baş edilebilir görünür. Bu nedenle, insan koşudayken yaşamıyla ilgili harika kararlar verebilir. Ancak karar almak için koşuya çıkmak anlamsızdır. Tüm bunların kendiliğinden ve akışında olması harika olur.

Mutlaka bir hedef olmalı mı? Sürekli aktif kalıp bir yarışa hazır olmak daha doğru değil mi?

Hedefin de göreceli bir kavram olduğunu söylemem gerekir. Bazen kendimize gerçekçi olmayan hedefler koyup bunları gerçekleştiremeyebiliyoruz. Bu, kendimizi tanımanın bir yolu aslında. Sınırımızı anlamak için onun ötesinde hedef koyup yapamayacağımızı görmemiz de gerekli. Önemli olan, hedeflerin her zaman gerçekleşmeyebileceğini kabul etmek ve bundan utanmamak. Gerekiyorsa hedeflerimizi küçültebilmeliyiz. Hedefleri yaşam tempomuz içinde bir akordeon gibi uzatıp kısaltarak yönetmemiz gerekir.

Bir idolünüz oldu mu?

Tam anlamıyla idol olarak konumlandırdığım insanlar olmadı ama bazı yönlerini örnek aldıklarım çok oldu. Bence insan başka insanlardan örnekler alarak kendi kombinasyonunu yaratmalı. Benim koşucu kimliğimde böyle. İçinde rekabet ruhu, rahatlama isteği, gelişme isteği, sağlıklı olma arzusu, hekimlik, disiplin, zihinsel faydalar elde etme arzusu gibi pek çok bileşeni barındırıyor. Ben bu kimliği zaman içinde, yavaş yavaş kendim inşa ettim. Herkes için bu durum böyledir. Yani herkesin koşucu kimliği özgündür ve bence bu harika.

Koşarken zorlandığımızda beynimiz nasıl işliyor?

Beyin koşarken her şeyi ölçer. Bunların arasında koşunun bitmesine ne kadar kaldığı bilgisi de vardır. Bu, dayanma gücünü artırır ve kaynakların ekonomik kullanılmasını sağlar. Bunlar yalnızca fiziksel değil aynı zamanda zihinsel kaynaklardır da. Örneğin, ben bir maraton koşarken ilk 30 km’de o ana ne kadar koştuğumu düşünüyorum. 30 km’den sonrada ne kadar kaldığını düşünüyorum. Maraton koşanlar bilirler, 30’uncu km’de hem fiziksel hem de zihinsel olarak başka bir moda geçilir. Ben bu geçiş sırasında kendimi ikna söylemimi de değiştiriyorum.

STK ve bağış toplama kampanyaları her geçen sene daha güzel sonuçlar verse de toplumumuzun bağış yapmaya çok yüksek bir direnci var. Sizce bunun temel sebepleri neler olabilir?

Yardımseverlik ve empati damarı hepimizde var. Bu koştukça da gelişir. Bu yüzden koşu platformları tüm dünyada en etkin bağış toplama mecralarıdır. Ama haklısınız, Türkiye’de bir direnç var. Bunun ana sebebi Türkiye’deki insanların yardım yapmak istememesi veya buna uzak olması değil. Asıl sebep toplumumuzdaki yaygın güvensizlik. Birbirimize güvenmiyoruz. Bu yüzden başka bir insan veya STK üzerinden yardım yapmaya sıcak bakmıyoruz. Bu, bizi toplum olarak olumsuz etkileyen bir durum. Yardım edeceksek bunu direkt ve birinci elden yapmak istiyoruz. Örneğin dilenciye para veriyoruz ama bir STK’ya bağış yapmıyoruz. Bu durumda yapılan yardım elbette organize ve etkin olamıyor.

Hangi yarış olursa olsun, İstanbul’da sokaklar koşarken bomboş oluyor. Sizce bunun sebebi ne olabilir? Bu durumu değiştirmek için ne yapabiliriz?

Benim ilk İstanbul maratonlarını koştuğum 90’lı yıllarda, sokaklar daha da boş olurdu. İzleyenler, koşuculara uzaydan gelmiş yaratıklar gibi bakıp laf atarlar, hatta koşucular ve izleyiciler arasında olumsuz diyaloglar bile yaşanırdı. Benim gibi yaşı 50’yi geçmiş koşucular bunları hatırlayacaklardır. Şu anda izleyici standardı nispeten yükselmiş durumda. Hatta maratonun Beşiktaş-Galata köprüsü arasındaki bölümü batı standardına yakın geçiyor. Tüm sponsorlar ve aktiviteler buraya yoğunlaşıyor. 10 ve 15K koşucuları bitirdikten sonra, 42K koşucuları yalnız kalıyor. Organizasyonun bunu da düşünmesi gerek. Ayrıca, çocukların maratonları seyretmeye gelmesini ve koşucuları alkışlamasını önemli buluyorum. Bunun için bir çocuk izleyici benim için 5 izleyici değerinde.

Peki, bir koşu direktörü olarak Türkiye’de ne tür zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Uzun etap ekibi olarak Türkiye’de pek çok yarış düzenliyoruz. Bunların önemli bir bölümü de arazi koşuları şeklinde. Bence en büyük zorluk, yarışlara anlamlı ölçüde destek olacak sponsor bulmak ve bunun kalıcı ve verimli bir ilişkiye dönüşmesi. Potansiyel sponsor firmalar ne yazık ki kısa vadeli yaklaşımlar sergiliyor ve kendileri açısından önemli bir alanı kaçırıyorlar. Yerel ve merkezi yöneticilerle ilişkiler ise aslında benim beklediğimden daha verimli gerçekleşiyor. Bizim ekibin deneyim kazanmasının ve özverili çalışmalarının de etkisi var. Ayrıca Likya Yolu Ultra Maratonu ve Runfire Cappadocia’nın turizm ve outdoor aktivitelere alışkın bölgeler olması da bir avantaj.

Koşu sırasında bırakma kararını ertelemek işe yarıyor. Çünkü bırakma kararı, fizikselden çok zihinsel dibe vurma sırasında yaşanıyor.

Bugüne kadar en keyif aldığınız yarış hangisiydi?

Beni en çok şaşırtan ve ne olacağını bilmeden gittiğim, 2001 yılında koştuğum Marathondes Sables. Gerçekten ne yapmam gerektiğine dair bir fikrim ve etrafta danışacağım kimse yoktu ona hazırlanırken. Tamamen tahmini ve uzun süre düşünülerek oluşturulmuş bir plan yaptım ve işe yaradı. Yüzde yüz kendi planımla bu zor yarışı koşmak bana büyük bir keyif verdi. Ayrıca o güne kadar görmediğim çöl coğrafyası, koşucu profili ve anlık olarak değiştirilmesi gereken koşu stratejileri bana çok şey öğretti. Marathon des Sables benim yaşamımdaki çok önemli bir noktadır.

Bırakmayı düşündüğünüz bir yarış oldu mu? Nasıl üstesinden geldiniz?

Bunu aklıma getirmemeye çalıştım ama geldi tabii. Koşu sırasında bırakma kararını ertelemek işe yarıyor. Çünkü bırakma kararı, fizikselden çok zihinsel dibe vurma sırasında yaşanıyor. Bu da bir süre sonra hafifliyor. Bırakacak gibi hissettiğimde, “10 dakika daha koşayım sonra bırakırım” demek genellikle bırakmaktan vazgeçmekle sonuçlanıyor bende. Son derece sıcak bir günde, Gobi çölündeki uzun etapta tamamen bittiğimi hissettim. Nasıl olduysa tuz çıkarmaya gelmiş bir kamyon gördüm. Onun altında 6 saat uyudum. Sonra akşam oldu, hava nispeten serinledi ve devam edip bitirdim. Aslında kamyonun altına girdiğimde bırakmaya kararlıydım. Arazi yarışlarından bıraktığım olmadı. Ama yol koşularında oldu. Bırakmayı başarısızlık olarak düşünmemek lazım. Ama elbette kaynakları sonuna kadar kullanıp koşuyu bitirmeye çalışmak önemli.

Katılmayı hayal ettiğiniz bir yarış var mı?

Bugüne kadar daha çok çöllerde ve Antarktika’da iklim temalı yarışlar koştum. Şimdi yükseklik temalı bir arazi yarışına katılmak istiyorum. UTMB tarzı. Ama o yarış çok kalabalık olduğu için başka bir coğrafya olsun istiyorum. Bakalım.

Her iki senede bir yeni bir diyet ismi öğrenir hale geldik. Kişi doğru diyeti nasıl bulmalı?

Diyet yapmak ve popüler diyetler, bilimsel veya tıbbi yöntemler değildir. Ancak sağlığa moda perspektifinden bakmak zararlıdır. Saçma sapan beslenme listelerine kendi ismini verip veya fiyakalı isimler bulup insanları kandırmak etik değil ayrıca. Diyetisyenlik veya beslenme uzmanlığı değerli ve önemli bir meslek. Ancak her meslek gibi etik çerçevede kalınıp bilimsel yöntemlerle desteklenmeli. Koşucu olsun veya olmasın, insanlar ancak bedenlerinden gelen mesajları dinleyerek sağlıklı beslenebilirler ve bu kalıcı olabilir. Açlığımız, tokluğumuz ve gıda seçimlerimiz tesadüf değildir. Bunların hepsi bedenimizin beynimize ilettiği sinyallerdir.

Ketojenik beslenip oldukça başarılı olan atletler tanıyorum, ama sanıyorum ki siz buna karşısınız.

Evet, çok net olarak karşıyım. Ketojenez, insan organizması için bir alarm durumudur, yani bir çeşit olağanüstü haldir diyebiliriz. Bedenin yeterince karbonhidrat almaması sonucu oluşan bir enerji krizi tablosudur. Karbonhidratlar bedenimizde enerji kaynağı olarak konumlandırılırlar. Onların varlığı veya eksikliği, başka enerji kaynaklarının kullanım şeklini de belirler. Özellikle yağlar, karbonhidratların varlığında fizyolojik mekanizmalarla yakılırlar. Ancak karbonhidrat yetersizse yağlar sonuna kadar yanamaz ve keton cisimleri denen, vücudumuzun pek de sevmediği, ancak zorunluluktan geçici olarak kullandığı ara ürünler ortaya çıkar. Bu, kötü yakılmış bir ateşten çok fazla is ve duman çıkması gibidir. Ketojenik beslenme, sürekli düşük düzeyli keton cisimlerine bağlı bir metabolik durum yaratır. Uzun süre uygulandığında kalp damar hastalıkları ve hatta kanser oluşumu gibi büyük problemlerin oluşumunu kolaylaştırır. Ayrıca karbonhidratsız bir yaşamın sürdürülmesi zordur. Fizyolojik olmayan koşullarda yağ yakım ürünlerinin oluşturduğu ağız kokusu da sosyal yaşamı zorlaştırabilir. Ketojenik beslendiğinizi düşündüğünüz halde ağzınız kokmuyorsa, diyetiniz yeterince ketojenik değildir. Bu da aslında sizin için daha iyi bir durumdur.

Sizce yarışta tüketilen doğal ürünler jellerin yerini tutabilir mi?

Jeller de doğal ürünler de koşu sırasında kullanılabilir. Ama bunlara gerçek gereksinim çok uzun koşularda, örneğin ultra maratonlarda olur. Jel veya gıda alımı, genellikle maratonu bitiremeyecek düzeydeki bir koşucunun bunu başarmasını sağlayamaz. Deneyimsiz koşucular, yarış sırasında takviye almaya daha eğilimlidirler. İdeal olan, maraton ve altı mesafelerde gıda almaya gerek duymayacak kadar antrenmanlı olmaktır. Elbette karşımıza jel veya gıda ikramı çıkarsa bunu değerlendirebiliriz. Pek çok durumda gıda takviyesi fiziksel değil zihinsel bir istektir. Bu nedenle ister jel olsun ister yiyecek, tadının hoşumuza gitmesi bizi canlandırır.

Maratondan önceki akşam yenen karbonhidratın bir faydası var mı? Yoksa daha önce mi yenmeli?

Maratonu en iyi derecemizle koşmak istiyorsak yarışa maksimum karbonhidrat rezervi ile başlamalıyız. Maksimum karbonhidrat rezervi, kas ve karaciğer glikojen depolarının tamamen dolu olup, sindirim sistemi içinde bizi rahatsız etmeyecek ama koşu başladıktan sonra da emilmeye devam edecek kadar karbonhidrat olmasıdır. Kas içindeki karbonhidratlar sadece hareket etmekte kullanılır, kana geri verilemez. Yani bunların miktarını asıl belirleyen faktör dinlenme süresidir. Fakat karaciğer karbonhidrat deposu böyle değildir. Açlıkta kana şeker vermeye başlar. Yemekten 4 saat sonra karaciğer deposu azalmaya başlar ve gece açlığından sonra hemen hemen tamamen tükenir. Maratondan önceki günlerde ve bir gece önceki karbonhidrat alımı, kasta oluşan eksik glikojeni tamamlar, ancak karaciğer deposunu da doldurmak için yarıştan önceki 4 saat içinde karbonhidrat alınması şarttır.

Koşu ile ilgili kitapların ülkemizdeki durumu nedir?

Koşuyla ilgili kitap sayısı iki ana faktöre bağlıdır: Koşanların sayısı ve kitap okuyanların sayısı. Ülkemizde ikisi de batıya göre daha az, ama ikisi de gittikçe artıyor. Koşucular oransal olarak toplumun diğer kesimlerine göre daha fazla kitap okuyorlardır diye tahmin ediyorum. Bu da iyi. Koşmak son derece bireysel bir deneyim. Hepimiz aynı şeyi yaptığımız halde koşarken hissettiklerimiz, koşmanın bizi geliştirmesi, beklediklerimiz ve koşuyu algılayış şeklimiz farklıdır. Bu nedenle koşmakla ilgili çok farklı kitaplar yazılabilir. Çok da iyi olur. Önümüzdeki zamanlarda bunun olmasını bekliyorum.

Röportaj: Orhan Omay

BENZER YAZILAR