Bir Ultra Maratoncunun Kırılma Noktası

Spartathlon yarışının Atina’dan Sparta’ya uzanan tarihi parkurunda koşan ilk Türk koşucu Aykut Çelikbaş (41), 36 saatte 246 km’yi tamamlama mücadelesini üst üste tam üç kez sergiledi. Şimdiye kadar katılımcıların yaklaşık yüzde 50’si yarışı bitirebilmişken, o üç seferde de finişi gördü. Şimdi dördüncüsüne hazırlanırken, “Dünyanın en güzel ve en özel yarışı” dediği Spartathlon macerasını, RW marka elçisi Orhan Omay’a anlattı. 

Spartathlon yarışı nedir, istersen önce bununla başlayalım.

Spartathlon tarihte kayıt altına alınmış ilk ultra maraton koşusunu simgeliyor. Yunan tarihçisi Herodot’tan günümüze ulaşan belgere dayanan yarış M.Ö. 490 yılında, o zamanın en iyi koşucusu Pheidippides’in, Pers ordusunun saldırısına karşı Spartalılardan yardım istemek için gerçekleştirdiği koşuyu temsil ediyor. Bu kayıtlara göre Pheidippides, Atina’dan başlayıp 246 km uzaklıktaki Sparta şehrine 36 saat içinde ulaşarak Sparta Kralı Leonidas’tan yardım istiyor. 1982 yılında İngiliz ultra maratoncular, bir insanın bu mesafeyi bu süre içinde gerçekten koşup koşamayacağını anlamak için, konunun uzmanı tarihçilere danışarak en uygun rotayı çıkarıyorlar ve 1983’ten itibaren her sene Spartathlon düzenlenmeye başlıyor. Yarışa katılmak için önce başka yarışları belli sürelerin altında bitirerek, belirlenen kriterleri karşılamanız gerekiyor. Dolayısıyla her sene eylül ayının son haftasında, dünyanın en güçlü yol ultra maratoncuları burada buluşuyor.

Bunun ismi bir “yarış” olsa da, küçük bir azınlık dışında katılan herkesin temel amacı, 36 saat içinde Sparta’daki Leonidas heykeline ulaşabilmek. Tüm bunların yanında Spartathlon, olimpik idealleri temel alan bir organizasyon. Her yıl 60’a yakın ülkeden koşucular bir hafta boyunca yan yana 5-6 otelde kalıyorlar. Bu sayede bir nevi Olimpiyat köyü havası yaratılıyor. Her ülke yarış için özel formalar ve logolar hazırlıyor ancak rekabetten ziyade, bu büyük meydan okumaya karşı tüm ülkeler arasında büyük bir dayanışma ve yardımlaşma ortamı oluşuyor. Atina’dan başlayıp 36 saat içinde Sparta şehrine ulaşan ve yarışın
bitişini simgeleyen Leonidas heykeline dokunmayı başaran her koşucu, mitolojik bir kahraman gibi karşılanıyor.

Neden herkesin “Bu bir müsabaka değil, zül!” dediği bir yarışa katılmayı tercih ettin? Dahası, böyle bir yarışa bir kere katılmak zaten çok önemli ve yeterli bir başarıyken, ikinci ve üçüncü kez katılmak için seni teşvik eden şey neydi?

Spartathlon ismini ilk kez 2010 yılında duydum. O zamana kadar üç kez maraton mesafesini koşmuştum ve Türkiye’de henüz ultra maraton yarışı yoktu. Ultralar hakkında bulduğum tüm yabancı kitapları ve yazıları okuyordum. 100 mil (160 km) yarışları dünyada oldukça popülerdi ve en uç yarışlar olarak görülüyordu. O zamanlar bu mesafeleri koşmayı hayal etmekte zorlanırken, Atina’dan Sparta’ya 246 km mesafeyi tek seferde ve 36 saat içinde koşmanız gereken bir yarışın olduğunu öğrendim. Mesafe ve süre o kadar saçma gelmişti ki, bu ancak birkaç “deli” tarafından koşulan deneysel bir koşu olabilir diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Daha sonra bir yıl hazırlanıp, 2011’in Ekim ayında İspanya’da 160 km’lik ilk ultra maratonumu koştum. Yarışı bitirdikten sonra iki İngiliz koşucu ile yemek yiyorduk. İçlerinden biri, dünyanın birçok tanınmış ve zorlu ultra maratonlarını koşmuştu ve hayalinin, günün birinde Spartathlon’u bitirmek olduğunu söylemişti. Bu söz kafamda yer etti. Döndükten sonra ciddi şekilde araştırmaya başladım ve bunun hem tarihi önemi hem de zorluk derecesi ile ne kadar saygı duyulan bir yarış olduğunu gördüm. İşte o zaman bu yarışı neden dikkate almadığımı anladım. Benim için imkânsız gibi gözüktüğü için korkuyordum ve yapabileceğime inanmıyordum. Kendimle bu yüzleşmeyi yaptıktan sonra, en büyük hayalim bir gün Spartathlon’a katılmak ve bitirebilmek oldu. Ancak yarışa başvurabilmek için bile zorlu kriterler vardı ve daha çok fırın ekmek yemem gerekiyordu.

2012 ve 2013’te Türkiye’de ve dünyada çeşitli ultra maratonlar koşup tecrübe kazandıktan sonra, 2014 için yaptığım başvuru kabul edildi ve yarışın 32 yıllık tarihindeki ilk Türk koşucu olarak start noktasında yer aldım. Yarışı 33 saat 47 dakikada bitirdim ama elimden geldiğince iyi hazırlanmama rağmen, hayatımdaki uzak ara en zor şey oldu. Dürüst olmak gerekirse, yarış içinde ve yarış sonrasında defalarca bir daha koşmayacağımı kendime söyledim. Yarışın kendisi ve organizasyon olağanüstüydü ama fiziksel ve zihinsel olarak o kadar yıpranmıştım ki, yarıştan iki ay sonra bile bu kararım değişmemişti.

Peki 2015’de neden tekrar gittim? En büyük sebep, ilk yarışın bir tesadüf olmadığını kendime kanıtlamak istememdi. Aslında ultralarda “tesadüfen bitirmek” diye bir şey yoktur ama çok zor yarışlardan sonra zihninizde “Bunu gerçekten yaptım mı?” şeklinde sorular belirir. Hani acemi bir tavla oyuncusunun bir ustayı ilk oyunda yenip masadan kalkmasını düşünün. İşte böyle bir durum olmasını istemedim ve bunu bir daha yapabileceğimi kendime kanıtlamam gerektiğini hissettim. 2015’te ikinci kez bitirmeyi başardıktan sonra, 2016’da tekrar gittim. Üç kez üst üste bitirmek iyi bir hedefti.

BENZER YAZILAR