Buzulların Kıyısında

Reykjavik Maratonu’nu “mutlaka koşulacak yarışlar” listenize ekleyin.

Yazı: Orhan OMAY 

Altı yedi sene evvel New York Times gazetesinde koşulması gereken en güzel maratonlar listesinde okumuştum Reykjavik Maratonu’nu. İzlanda’nın uzaklığı, buzul ekseninde olan bu ülkenin doğa harikası coğrafyasını görme fırsatı ve maratonun ülkenin en sıcak ayında, Ağustos’ta olması, bu maratonu en çok koşmak istediğim maratonlar arasına sokuvermişti. Aylardan Ağustos olsa da sıcaklık 15 derecelerde oluyor ve hava hiç de belli olmuyordu esasında. Biraz planlamasının zor olması, biraz da diğer koşuların araya girmesiyle seneler geçmiş ama sonunda, geçtiğimiz Ağustos’ta bu hayali gerçekleştirmeye karar vermiştim. Hem de yanımda ağabeyim, karısı ve aile dostumuz Durmuş Abi ile. Aynı ekip San Sebastian Yarı Maratonu’nu da koşturmuştu.

İstanbul’dan Norveç’e üç buçuk saatlik uçuş sonrası, Oslo Havalimanı’nda aktarma uçuşumuzu beklemeye başlamıştık. Yarış cumartesi günüydü ve biz cuma uçtuğumuzdan, iner inmez havaalanında gördüğüm ilk makarnacıya oturdum. Yaklaşık üç saat bekledikten sonra aktarma uçuşu için körüğe yaklaştığımızda, camdan bineceğimiz uçağın ismini Icelandic Air diye görünce ilk heyecanı hissetmeye başladım. Bir üç saat daha havada geçmişti ve inişe geçmiştik. Koskocaman adayı camdan baktığımda görüyordum ve yer yer buzul dağları ile heyecanım ikiye katlanıyordu.

Müthiş rüzgârlı bir hava vardı; araba kiralama çalışanı bizi arabanın kapısını açık bırakmamamız için tembihliyor, yoksa kapının rüzgârdan uçup gidebileceği uyarısını yapıyordu. Aynı zamanda camların sekebilecek volkanik taşlardan kırılabileceğini, taşmış derelerden dikkatli geçmemizi söylüyordu. Biz doğaya iki gün sonra çıkacaktık, bu yüzden arabaya biner binmez göğüs numaramı almak için spor salonunun yolunu tuttuk. Reykjavik şehrinin mütevazı spor salonuna alandan 15 dakika içinde ulaştık. Ufak da olsa etkili bir fuarıyla gayet düzenli bir organizasyon içinde dağıtılan göğüs numaramı, tişörtümü ve çipimi aldım. Benden daha çok heyecanlanan ağabeyim “Acaba 10 km yarışı var mı?” diye sağa sola sorular sormaya başlamıştı. Ama işin eğlence kısmında olduğundan çabucak vazgeçmişti.

14 saatlik yolculuk, beş saatlik uyku sonrası cumartesi sabahı, otelden çıkıp Reykjavik’in merkezinden başlayacak olan koşunun başlangıç noktasına yürürken, ne uykusuzluk kalmıştı ne yorgunluk. Küçük ve rengârenk evlerin olduğu her sokağın içinden koşucular çıkmaya başlamıştı, herkes suratında bir heyecan ve gülümseme ile hızlı adımlarla ilerliyordu. İnanılmaz güzel bir güneş olmasına rağmen koşu erken saatteydi, 08.30’da başlıyordu ve hava bayağı soğuktu. Ağustos’un ortasında içlik, eldiven mi olurmuş diye düşünürken, sabahın serinliğinde çok da iyi gelmişlerdi. 20-25 dakika içerisinde başlangıç noktasında 14 binden fazla kişi toplanmıştı. Ağabeyimin arka arkaya selfie ısrarları sonrası, koşu tam başlayacakken hem içlik hem de eldivenleri çıkarmaya karar verdim. Bu kararın ne kadar doğru olduğunu da koşunun daha 10’uncu km’sinde anladım.

Koşu başlar başlamaz, şehrin güneyine doğru koşmaya başladık. Kışları donup buz pistine dönüşen ama şimdi kuğuların yüzdüğü muhteşem Tjörnin Gölü’nün çevresinden geçiyorduk. Şehir zaten 300 metrekareydi, topu topu 120 bin kişi yaşıyordu. Gölü geçip şehrin sokaklarına daldığımızda, bu ufak şehrin insanlarının heyecanı her yerdeydi. Kapısının önünde saksafon çalıp tempo tutanlar, küçük kızların oluşturduğu bando grupları, pişirdiği kurabiyeyi uzatan teyzeler, su sıkan itfaiye çalışanları, bir anda bir evin çatısında dj’lik yapıp sokağı inleten adam… Herkes sokaklara, evlerin çatılarına taşmış, kapılardan çıkmış koşanlara tempo tutuyordu. Müthiş bir sokak cümbüşü vardı. Koşu daha 6’ncı kilometresine gelmemişti ki şehrin kuzeybatısına ulaşmıştık, solumuzda Kuzey Atlantik Okyanusu vardı. Ve bir an için heyecandan ritmimi kaybettim. Biraz ilerden bir tekneye binsem, biraz ileri gitsem Grönland, buzullar oradaydı. Okyanus hattı boyunca bir 7 kilometre şehrin bu sefer kuzeydoğusuna doğru koşup, tekrar son 7 kilometreyi şehrin merkezine doğru koştuk. Koşu bittiğinde Tülin “Heyecanlı mıydı?” diye sorduğunda, ona aynı şeyi söyledim: “Koşarak yeni bir şehri tanımak, inanılmazdı.” Bu yüzden tanımadığım uzak şehirlerde koşmayı çok seviyordum.

Koşu günü Reykjavik Kültür Günleri düzenleniyor. Sokaklara taşan seyyar satıcılar, her sokakta çalan orkestralar, dolup taşmış kafeler, binlerce insanın akın ettiği küçük sokak partileriyle şehir tam bir cümbüş içerisindeydi. Akşam sokaktan sokağa dolanırken, ben artık tükenmiş ve otelin yolunu tutmuştum. Ertesi sabah erken kalkacak, bu muhteşem ülkenin içlerine, vadilerine, şelalelerine, buzullarına doğru yola çıkacaktık. Ulaşımı zor olsa da, hayatınızın bir anında koşulması gereken maratonlar arasına bu maratonu mutlaka yazın

BENZER YAZILAR