Yirmi yıldan uzun bir süredir, çoğu kez farkında bile olmadan genetiği ile oynanmış besinler tüketiyoruz. Ancak artık masamıza gelen yeni nesil yiyeceklerin sahte olduğunu fark etmeye başladık. Özellikle de her yerde sıklıkla rastladığımız somon söz konusu olduğunda, bilmemiz gereken çok şey var. Women’s Health pek çok sağlık uzmanı uzmanı ile görüştü ve genetiği değiştirilmiş besinler hakkındaki söylentileri araştırdı.
Sahi, aramızda kaç kişi market reyonunda pırıl pırıl parlayan bir somona bakıp, onun nereden geldiğini merak etmiştir? Durup düşününce, muhtemelen şöyle bir hikâye hayal edersin: Dişi balık erkek balıkla karşılaşır, birlikte olurlar ve erkeğin spermi ile dişi balık binlerce yumurta bırakır. Yumurtalardan çıkan balıklar üç yıl içerisinde beş kiloya kadar büyür ve masamıza gelir.
Ancak şu anda, Amerika’da Boston yakınlarındaki bir biyoteknoloji firması bu döngüyü tamamen değiştirmeye çalışıyor. AquaBounty Technologies (ABT) adlı bu firma, mühendisliğin son moda marifetlerini kullanarak ve genetik kodlarda bir takım manipülasyonlar yaparak, AquAdvantageSalmon adı verilen, normalden iki kat daha hızlı büyüyebilen bir balık türü geliştirdi. Şimdilik beklemede olan FDA onayı verildiği takdirde ABT, genetik mühendislik ile elde edilmiş hayvanları besin olarak piyasaya çıkaran ilk firma olacak.
Bir başka deyişle, klasik hikâye bambaşka bir boyuta geçmek üzere. Prens Edward Adası’nda yüksek duvarlarla ve kamera gözetimiyle korunan bir alanda, bir “ürün” (somon yumurtası) geliştiriliyor. Bu yeni canlı, üç organizmalı dişi Atlantik somonu olarak da adlandırılıyor. ABT Başkanı Ronald L. Stotish, çiftleşmenin olmadığı üreme sürecini “çok basit bir şey” diye tarif etse de, durum hiç de öyle değil. Atlantik somonunun doğal büyüme hormonları senede üç ay aktiftir. Ancak ABT’nin hazırladığı genetik kokteyl sayesinde, balık sürekli olarak büyüyebiliyor. Peki bu nasıl oluyor? Şirkette çalışan bilim insanları, Chinook somonunun büyüme hormonları ile yılan balığına benzeyen okyanus mezgitinin regülatör genini birleştirerek yeni bir gen meydana getirmiş. Ardından, elde ettikleri geni Atlantik somonu yumurtalarına enjekte etmişler. Bu işlem sonucunda ortaya çıkan balık, sadece 18 ayda, yani normalin yarısı kadar bir sürede markette yer alabilecek (ve fırınımıza girebilecek) ebatlara ulaşmış.
Firma, “kısa süren ve çok çabuk verim alınan bu yeni üretim”in, global gıda sorunu için iyi bir biyoteknolojik çözüm olduğunu ileri sürüyor. Onların görüşüne göre, deniz ürünleri endüstrisinin en hızlı gelişen sektörü olan 86 milyar dolarlık balık çiftliği işletmeciliği, bu sayede daha da ilerleyecek ve dünya için daha fazla yiyecek sağlanmış olacak. Ayrıca bu ürünlerin insanlar tarafından tüketiminin tamamen güvenli olduğunu da söylüyorlar. En azından ABT, genleriyle oynanmış hayvan eti yemenin güvenli olmadığına dair herhangi bir kanıt bulunmadığını ileri sürüyor.
Şu ana kadar FDA, konu hakkında onlarla hemfikir. Geçtiğimiz sonbaharda ABT tarafından kendilerine iletilmiş olan çalışmaları gözden geçirdikten sonra onay verip vermeyecekleri merak konusu. Eğer onay verilirse, birkaç yıl içinde bu balıklar tabağımıza ulaşmış olacak.
Frankenstein balıkları onaylayanlarla, denizde yüzenleri savunanlar arasında şimdiden bir ihtilaf başlamış durumda. Konuya olumsuz yaklaşanlar, FDA’nın gen aktarımı yapılmış bu hayvansal besinlere, hayvansal ilaç olarak düzenleme getireceğini söylüyor. Çünkü dışarıdan müdahale ile oluşturulmuş DNA, ilaç kategorisinde yer alıyor. Yani bu balıklar doğal olanlar gibi bir evrim yaşayamayacak. Öyle olunca, bu besinleri yiyen insanlarda öngörülmesi zor sağlık problemleri ortaya çıkabilecek. Dahası, böyle bir onay verilirse, şu an araştırmaların sürdüğü diğer hayvanlar üzerinde de genetik değişiklikler yapılmasının önü açılabilir. İşin en can alıcı noktası ise şu: Tüketicilerin bu besinleri kabul etme veya reddetme şansı yok. Çünkü ürün etiketlerinde böyle bir bilgiye yer verilmeyecek. Bütün bunlar ürkütücü bir Orwell dünyasını anımsatsa da, fütürist biyoteknoloji çoktan geleneksel tarımın yerini almaya başladı; hem de hiçbirimize sorulmadan. Üstelik şu ana kadar bu teknoloji sadece bitkilerle sınırlandırılmıştı. Hayvanlar işin içinde yoktu.
DOĞAYI KURCALAMAK
Bilim insanları, bir türün DNA’sını tamamen farklı bir türe transfer edebileceklerini 70’li yıllarda keşfetmişti. Bu keşifle birlikte, milyonlarca yıl süren evrimin bariyerleri kırıldı. Genetik mühendisleri, bakteri, virüs ve diğer organizmalardan alınan genetik materyalleri birleştirerek suni gen kombinasyonları yaratmaya başladı. Bu bileşimleri bitki genomlarına enjekte ederek, eşi benzeri olmayan türler yarattılar.
O yıllarda, tarımda kullanılan biyoteknolojiden en büyük beklenti, açlık sıkıntısı çeken dünya için verimli ve besin değeri yüksek ürünler elde etmekti. Ancak gerçekte, şirketlerin ürettiği besinlere böcek ilaçları eklendi (böylece, mesela DNA’sına bir toprak bakterisinin genleri eklenmiş olan mısır bitkisinin her hücresi, kendi kendine pestisit üretebilir hâle geldi) veya yabani otları öldüren maddelere karşı dayanıklı ürünler (Roundup Ready tohumlarından üretilen soya fasulyesi gibi) ortaya çıktı. Aslında çalışmaların odak noktası, daha iyi besinler üretmek değil, tam tersine şirketlerin gelirini arttırmaktı.
90’lı yıllardan itibaren, Roundup Ready tohumlarının yaratıcısı Monsanto gibi firmalar, ürünlerini pazara sunacak duruma geldi. Amerikan devletinin de bu besinleri denetlemek için bir plana ihtiyacı vardı. Kâr amacı gütmeyen, kamu yararı için çalışan Gıda Güvenliği Merkezi’nde görev yapan Bilim Politikası Analisti Bill Freese, “Hükümet, biyoteknolojinin 21. yüzyılın teknolojisi olduğuna karar vermişti ve Amerika dünyaya öncülük etmeliydi. Ancak bu sorumluluğun bir parçası olarak ortaya koyulan düzenlemeler belirsiz ve gevşekti” diyor.
Bu yüzden, genetiği değiştirilmiş (GD) besinler konusunda FDA’nın 1992 yılındaki prensibi şu önermeye dayandı: “Yeni metotlarla elde edilmiş yiyecekler, gerçek anlamda diğer yiyeceklerden farklı değildir. Ya da (FDA’ya göre) farklı olduklarına dair herhangi bir bilgi yoktur.” Dolayısıyla güvenlikle ilgili bir araştırmaya veya etiketlerde bunu belirtmeye gerek görülmedi. Sadece besin üreticileri kendi ürettiklerinden sorumlu olacaklardı.
Freese’ye göre böyle bir düzenlemenin, önündeki belgeye bakmadan imza atmaktan farkı yok: “FDA ilaç konusunda sorumluluğu alıyor. Ama besinler üzerinde yapılan genetik oynamaların bu süreçle bir ilgisi yok. Bu yeni ve radikal bir teknoloji. Çok iyi, dikkatli ve oluşumları yakından izleyen bir sisteme ihtiyacımız varken, tüm bunlardan yoksun durumdayız. Genetiği değiştirilmiş bu organizmaların güvenliği konusundan hiçbir şekilde emin olamayız.”
Yaygın inancın tersine, FDA’nın GD ürünler için izin isteyen şirketler üzerinde bir otoritesi yok. Sadece gönüllü danışmanlık verebiliyor. Seeds of Deception kitabının yazarı Jeffrey M. Smith, “İnsanlar için satışa sunulan ürünler bir yana, hayvan yemi olarak kullanılan GD ürünler de hiçbir zaman titiz çalışmalar sonucunda elde edilmedi” diyor.
90’lı yılların ortalarından beri, etiketinde herhangi bir uyarıcı işaret olmayan bu ürünlerden büyük miktarlarda tüketiyoruz. Gerçeği söylemek gerekirse, market raflarını dolduran ve hiç düşünmeden sepetimize attığımız kahvaltılık gevrek, bebek maması, salata sosu, ekmek, kraker, kurabiye, protein tozu ve alkollü içecek gibi işlemden geçirilmiş yiyeceklerin yüzde 80’i, çoğunlukla soya, kanola ve mısırdan elde edilen mühendislik ürünü maddeler içeriyor.
GENLERLE RULET OYNAMAK
Günümüzde, genetik olarak değiştirilmiş yiyeceklerin insan sağlığına zararlı olduğuyla ilgili endişeler gitgide artıyor. Bir bitkinin genomuna gen eklemek, rastgele, şansa bağlı bir süreçtir. O genin, canlının DNA’sında nereye yerleşeceği önceden belli olmaz. Başka genlerin içinde belirebilir, doğal genleri silebilir, onları kalıcı olarak kapatabilir ya da açabilir; kısacası çok önemli mutasyonlara neden olabilir. Örneğin, bir çalışmada mısır alerjeni olarak bilinen bir genin, GD mısıra dönüştürüldükten sonra esas özelliklerini tamamen yitirdiği bulunmuş. Smith, “Bunun adı genetik rulet. Farkında olmadan kanserojen bir madde, hiçbir besin değeri olmayan veya toksik bir şey üretebilirsiniz. DNA’nın lisanını tam olarak bilmiyoruz, dolayısıyla karşımıza ne çıkacağını asla tahmin edemeyiz. Bu teknoloji henüz emekleme aşamasında ama biz, türlerin gen havuzunda kalıcı değişimler yaratıyoruz” diyor.
Consumer Union için çalışan, Consumer Reports’un yayımcısı Doktor Michael Hansen, alerji potansiyelinin kabul edilmiş bir problem olduğunu belirtiyor. Aslına bakılırsa, GD mısırın hayatımıza girdiği 1997’den 2002’ye kadar yemek alerjisi vakaları iki katına çıkmış. EPA, Şikago Üniversitesi’ne bağışta bulunarak, genetiği değiştirilmiş bitkilerde üreyen tarım ilaçlarının konuyla ilgili olup olmadığının araştırılmasını istemiş.
Tarımsal biyoteknoloji şirketleri, milyonlarca Amerikalının GD yiyecekleri herhangi bir hastalık yaşamadan tükettiğini söyleyip, korkuları uzaklaştırmaya çalışıyor. Ancak bu yiyeceklerin bizi hasta etme ihtimali varsa, bunu neden bilmeyelim?
Freese, “Sorun şu ki, kontrol bizde değil. Ne yediğimizi öğrenemiyoruz çünkü etikete bir şey yazılmıyor. Bir anlamda risk içindeyiz. GD mısır doğal mısır ile karışıyor, ardından da besin stoklarına gönderiliyor. Yaratacağı etkinin izini sürmek gerçekten olanaksız hâle geliyor” diyor. Ne tüketici ne de üreticiler, yiyeceklerinde ne oranda GD içerik olduğunu bilmediğinden, doğru düzgün araştırma yapmak ve bir hastalıkla bağlantı kurmak neredeyse imkânsız.
Piyasada bulunan, laboratuvarda üretilmiş besinler hastalıklara yol açıyorsa, daha uzun yıllar bunların sebeplerini bulamayabiliriz. 2009 yılının Mayıs ayında, American Academy of Environmental Medicine adı verilen uluslararası bir hekimler birliği, çevresel faktörlerin insan sağlığına olan etkilerini araştırdı ve GD besinlerin acilen durdurulması çağrısını yaptı: “Hayvanlar üzerinde denenmiş birçok çalışma, GD besinlerin ciddi sağlık sorunlarına yol açabileceğini bize gösteriyor.” En çok da kısırlık, bağışıklık sisteminde düzensizlik, hızlı yaşlanma, insülin dengesizliği, karaciğer, böbrek ve sindirim sistemi sorunlarına değinildi. “GD besinlerin sağlığa etkileri tahminimizden fazla olabileceğinden”, doktorların hastalarına bu besinlerden uzak durmasını tavsiye etmesi önerildi. Buna rağmen 2011’de USDA, şeker üretiminde kullanılan genetiğiyle oynanmış şeker pancarı ve yoncayı onayladı. Şimdiyse sırada hızlı büyüyen somon, yani genetiği değiştirilmiş ilk hayvansal besin var.
KARŞIT GÖRÜŞLER
2010 yılının Eylül ayında yapılan bir toplantıda, AquaBounty Technologies’in uygulamasını onaylayıp onaylamayacağı merak edilen FDA’nın, yeni hayvansal ilaç, yem ve araç gereçleri denetleyen komitesine ABT çalışmalarının bir analizi sunuldu. FDA kendi bünyesinde “gen aktarımlı somonun gerçek somon kadar güvenli olduğu” ve “bu besini tüketmenin bir zararı olmadığı” kararını vermişti.
Toplantı sonunda, 15 bilim insanı ve tüketici hakları savunucusunun her birine, konuyla ilgili fikrinin kayıtlara geçmesi için beş dakika verildi. Hemen hepsi, ABT’nin araştırmasını yetersiz bulmuştu. Çalışmaların bazılarında kullanılan numunelerin aşırı derece yetersiz olduğu eleştirisinde bulundular: Çok önemli olan güvenlik çalışmaları göz ardı edilmişti. Hassas olmayan tespit metotları, potansiyel sağlık sorunlarının kolaylıkla gözden kaçırılmasına yol açmış olabilirdi. (En önemli üç endişe konusu için “Büyük Balık, Büyük Endişe” başlığına göz at.)
Bundan bir hafta sonra 11 senatör, tüketici grupları ve çevrecilerin de baskısıyla FDA’ya bir mektup yazdı ve GD balık üretiminin insan sağlığı ve doğa üzerinde yaratabileceği potansiyel riskler göz önüne alınarak, konuyla ilgili tüm işlemlerin durdurulmasını istedi. 2011’in Şubat ayında ise Alaskalı iki senatör, 64 organizasyon tarafından da uygun bulunmuş bir beyanname sundu. Onlara göre GD balıklar yasaklanmalı veya onaylanırsa etikette bilgi verilmeliydi. Ayrıca 360 bin Amerikalı, FDA’ya bu balığın üretiminin reddi yönünde imzalı mektup ulaştırdı. Ancak tüm bunlara rağmen, onay her an çıkabilir.
Freese, FDA’nın değerlendirmeyi neredeyse tamamen AquaBounty’nin sunduğu bilgilere göre yaptığını ve sürekli olarak verilerde yer alan ciddi sorunlara işaret edip ardından bunların “önemli olmadığını” söylediğini belirtiyor. GD balıklar üzerine araştırmalar yapan, Dartmouth College profesörlerinden Su Ürünleri Biyoloğu Anne Kapuscinski de aynı fikirde: “Bilimsel kalite anlamında analizlerde problemler var. Bu uygulama, geleceğin hayvan genetiği mühendisliğine örnek teşkil edecekse, bilimsel araştırmaların kalitesi son derece önemli.” Projeyi tasdikleyen taraflar bile, araştırmanın daha iyi yapılabileceği görüşünde. Eylül ayındaki toplantıya davetli konuşmacı olarak katılan, Virginia Tech’den Su Ürünleri Profesörü Eric Hallerman, “Hâlâ bu tarz çalışmaları nasıl yapacağımızı anlamaya çalışıyoruz” diyor.
GELECEĞİN MÜHENDİSLİĞİ
Tüm bu analitik gürültü patırtının ötesinde, görünüşe bakılırsa sürdürülebilir balık yetiştiriciliğinin, yani kontrol altındaki bölgelerde üretim yapmanın şart olduğu konusunda herkes hemfikir. Dünyada tüketilen balığın neredeyse yarısı bu şekilde sağlanıyor. Birleşmiş Milletler, 2030 yılında dünyadaki balık talebinin yüzde 25 artacağını tahmin ediyor. O zamana kadar aşırı avlanma olacağı için, açığı ancak balık yetiştiriciliği ile kapatabileceğiz. ABT Başkanı Stotish, ürettikleri AquAdvantage balıklarının mükemmel bir çözüm olduğunu düşünüyor: “Bizim teknolojimiz, mekân, çevresel sürdürülebilirlik ve ekonomi açısından eksiksiz bir üretim metodu. Bunda korkulacak bir şey yok.”
Ona göre teknoloji korkusu (beyaz renk laboratuvar giysili kişilerin canlılar üzerinde Tanrıcılık oynaması), Frankenstein hikâyesinin balıklara uyarlanmış hâli. Bazılarına göre, bu korkunun üstesinden gelmemiz gerek. Değerlendirdiği verileri komiteye sunan, Kaliforniya Üniversitesi’nden Biyoteknoloji Uzmanı Alison Van Eenennaam, “Korkunun kaynağına odaklanmak ve araştırmak önemli. Bazı meşru sorular var ama bunlar dikkatlice araştırıldı, ortaya çıkabilecek riskler tanımlandı ve FDA tarafından çözüm önerileri sunuldu” diyor.
Ancak Seeds of Deception kitabının yazarı Smith, “Yeni bir gıda ürünü tanıtacaksanız, herhangi bir tehlikesi olmadığından kesinlikle emin olmalısınız. Bir risk varsa neden bunu yapıyorsunuz?” diye soruyor. Smith’e göre, ilaçlar söz konusu olduğunda yan etkiler bilinir. Kişiler, faydalı ve zararlı etkilerinin farkında olarak ilacı kullanıp kullanmamaya karar verir. Beklenmedik bir problem çıktığında ilaç piyasadan çekilebilir. Ancak GD besinlerin etiketinde hiçbir bilgi yoktur ve kendi kendine de üreyebilen GD ürünleri geri çekmek pek mümkün değildir. Bunları herkes yiyebilir ve yan etkisi varsa bile bunu bilmenin imkânı yoktur.
Kapuscinski, genetik mühendislik ile balık üretme taraftarı olan kişilerin bir noktayı atladığını belirtiyor: “Tabii ki balık üretimine ihtiyacımız var. Ancak yapmamız gereken, gerçekten sürdürülebilir bir metot bulmak. Mesela balık atıklarının bitki ve diğer organizmalar için besin olabileceği yeni çalışma alanları oluşturabiliriz. Konu, patent alıp zengin olmak değil. Bu tıpkı bir alete sahip olup, kullanımını haklı göstermeye çalışmaya benziyor.”
CBS News tarafından 2008’de yapılan ankete göre, insanların yüzde 87’si GD ürünlerin etiketinde gerekli bilgilerin yazılmasını istiyor; tıpkı trans yağlar, MSG ve tatlandırıcıların yazıldığı gibi. Ancak maalesef bu böyle olmayacak. Stotish bunun çok karışık bir konu olduğunu söylüyor: “Elde edilen ürünler doğal olanlarla tamamen aynı. Konuyu önemsizleştirmek istemiyorum; duygusal bir yönü olduğunun elbette farkındayız. İnsanların endişelerini anlıyoruz. Ancak ürünler arasında bir farklılık görülseydi, yanlış olan şeyi anlayabilirdik. Neyin uyarı oluşturduğunu bilmiyoruz.”
FDA bu teknolojiyi kabul ederse, genetiğiyle oynanmış tüm hayvansal besinler için kapı açılmış olacak. Stotish, ABT’nin çoktan başka tür balıklara da aynı genetik “kaseti” yüklediğini belirtiyor. Şirket aynı zamanda lezzeti arttırmak için de çalışmalar yapmaya başlamış.
Gen aktarımlı en az iki düzine balık türü (yedi yumuşakça ve altı kabuklu tür) üretmek için dünya çapında çalışmalar sürüyor. Hem de sadece denizde değil karada da: Genetik mühendislikle, daha az kirliliğe yol açan domuz üretimi üzerinde çalışılıyor.
Ayrıca deli dana hastalığına karşı dayanıklı büyükbaş hayvanlar da yolda. Freese, “Konu henüz çok yeni ve yapılan testler gelişigüzel. Buna rağmen FDA izin verirse, gelecekte olacaklar için Tanrı yardımcımız olsun” diyor.
Geriye yanıtlanmamış çok önemli bir soru kalıyor: Şu anda yiyeceklerin hangileri gerçek? Üzgünüz, bunun cevabını veremiyoruz. Stotish’e göre birçok kişi yediği gıdaların nereden geldiğini bilmiyor: “Çocuklarım dana etinin jelatine sarılı paketlerde, soğuk kutulardan geldiğini zannediyor; eti bir canlı ile özdeşleştiremiyor.” Aslında bizler için de durum farklı değil. Olabilseydi, şu an sanıyorum her şey daha iyi olurdu.
BÜYÜK BALIK, BÜYÜK ENDİŞE
Modifiye edilmiş hayvanlar konusunu eleştirenlere göre, şu üç faktör potansiyel sağlık sorunlarına neden olabilir.
1. ALERJENLERİN TEST EDİLMEMESİ
Bu, genetik modifikasyon kadar endişe verici bir konu. Yeni somonun taraftarlarına göre korkulacak bir şey yok: Virginia Tech’ten Su Ürünleri Profesörü Eric Hallerman, “Eğer bir kişinin balığa alerjisi varsa, zaten bu ürünü tüketmez” diyor. Ancak gelişmelerden memnun olmayanlara göre, konu bundan çok daha karmaşık. Gıda Güvenliği Merkezi’nden Bill Freese, “AquaBounty Technologies, somondaki alerjenlerin müdahaleden sonra artıp artmadığını ya da yeni alerjen veya toksinlerin üreyip üremediğini test etmiyor. FDA da bunu kabulleniyor” diyor.
2. KANSER RİSKİ YARATILMASI
Yüksek seviyeye ulaştığında kanserle bağlantılı olduğu düşünülen Igf-1 faktörünün artma riski, bağımsız bir kamu yararı organizasyonu olan Food & Water Watch’un Sorumlu Yöneticisi Wenonah Hauter’ı endişelendiriyor: “Genetiğiyle oynanmış somonun güvenliğini sorguluyoruz çünkü balığın bu kadar çabuk büyümesi için birçok hormon aktivitesi gerçekleşiyor. Bu hormonların, balığı yiyen kişilere geçip geçmeyeceği konusunda hiçbir araştırma yapılmıyor. Ve eğer geçerse, insanlara nasıl bir etkisi olacağını bilmiyoruz.
3. BÜYÜMENİN HIZLANDIRILMASI
Bazı bilim insanlarına göre, bir hayvanın büyüme sürecine müdahale etmek ve bu süreyi yarı yarıya azaltmak her tür probleme yol açabilir. Mesela ABT’nin 2005 yılındaki verilerine göre, o yıl elde edilen somonların sadece yüzde 16’sı normal büyüyebilmiş. Yüzde 13’ünde bazı anormallikler (ABT bunları tarif etmemiş) gözlenmiş ve geriye kalan yüzde 71’inde makul oranda hasara rastlanmış. Freese, “Fiziksel olarak görülebilen anormallikler, biyokimyasal açıdan neler yaşandığını bize düşündürüyor” diyor. Herhangi bir organizma için büyüme süreci oldukça karmaşıktır. Çeşitli organ ve dokular birbiriyle koordine gelişmelidir; yoksa anormallikler ortaya çıkabilir. Bunlar da canlıyı enfeksiyonlara daha açık hâle getirir.
Consumer Union’dan Doktor Michael Hansen, “Bu, üzerinde hiç araştırma yapılmamış güvenlik konulardan biri. ABT’nin kendi verileri, bu balıklarda daha yüksek oranda merkezi enflamasyon (bir tür enfeksiyon) olduğunu gösteriyor” diyor. İstatistiksel olarak önemsense bile, konu hakkında bir açıklama yapılmamış. Sonuç olarak, bu balıklar daha fazla antibiyotiğe ve formaldehid gibi kansere neden olan ilaçlara ihtiyaç duyabilir.
Derleyen: Tuğçe Tekmen Fotoğraflar: Dan Forbes