İlaç sanayi aynı silah sanayi gibi İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte tüm dünyayı hegemonyası altına aldı. Sağlık alanındaki düzenlerin değişimi 20’nci yüzyılın başlarında, özellikle 1910 senesinde ABD’de Carnegie Vakfı tarafından hazırlanan Flexner raporunun tüm hastane ve tıp uzmanlarına yeni kurallar getirmesiyle başladı. O zamana kadar teorik bilgilerle uğraşan tüm bilim adamlarının, raporda belirtilen metotlara uyması ve yapılan tüm deneylerin yine Flexner’ın sözünü ettiği klinik uygulamalarla test edilmesi gerektiği şart koşuldu.
İlk John Hopkins Hastanesi’nde hayata geçirilen bu uygulama, Amerika ve Kanada başta olmak üzere tüm dünyada takip edildi. Yeni getirilen düzen, sağlık alanında örgütlenmeye gidilmesine neden olurken tıp dalındaki tüm mesleklerin de üzerinde, kendi koyduğu kurallar dahilinde, bağlayıcı bir etki yarattı. Geçtiğimiz senelerde 100’üncü yılını kutlayan Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) dünya çapında en çok bilinen ve gücü olan kurum olarak bu dönemde ortaya çıktı.
Metotların değişimi kimyasal ilaçları devreye sokar
O dönemde tıbbın egemen zihniyetler tarafından bilimselleştirilmesiyle yaşanan en büyük değişim, insana bütünsel olarak yaklaşan tedavilerden vazgeçilerek hasta bedenin belirli uzmanlıklara bölünmesidir. Dolayısıyla hasta da doktorun gözünde insan olmaktan çıktı ve “vaka” olarak tanımlanmaya başladı. Modern tıbbın kilometre taşı olarak görülen mikrop teorisi ve özellikle savaş yıllarında artan antibiyotik kullanımı, insan vücudunun kendi kendini iyileştirme mekanizmalarının araştırılmasından ziyade ilaç ve ameliyatlara yönelimi arttırdı. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’ın tanımıyla “Aşırılıklar Çağı” diye nitelendirilen 20’nci yüzyıl, bu anlamda doğadan kopuşun da son noktasıdır. Maalesef insanlar tüm o yüzyıl boyunca üretici, yönetici ve doktorlar tarafından kandırılıp bedenlerinde ağır hasar ve toksin birikimine yol açan ilaçlara yönlendirildi. Halen bazıları bu sürecin bir uzantısını yaşıyor olsa da genel anlamda baktığımızda bir toplumun ilerlemesini sağlayan kesiminin artık duruma uyanıp doğal tedavilere yönlendiğini görüyoruz.
Bahsettiğim felaketler çağının her şeye rağmen kendini bozmamış öğretmen ve bilim insanlarının öncülük ettiği, insan ve doğaya güven hareketleri sayesinde bugün, yapılan anketlere baktığımızda, Batı ve Kuzey Avrupa halkının yaklaşık yüzde 30’unun ve Amerikan nüfusunun yaklaşık iki milyonunun homeopatik tedaviye yöneldiğini görüyoruz. Yurtdışında senelerdir eczanelerde reçetesiz satılan ilaçlar bulmak mümkün. Zaten FDA da zamanında konuya sahip çıkmış ve dünya çapındaki çalışmaları izleyebilmek için bu sefer homeopatinin destekçisi ve ilaç üreticisi olan Homeopathic Pharmacopoeia Komitesi’nin denetçisi olmuş.
Türkiye’de homeopatinin kullanımı
Bunların dışında yaralanma, kırık, zehirli böcek ısırmaları, doğal afetlerdeki şok durumları veya psikolojik bazı durumlar için de homeopatik ilaçlar kullanılıyor. Bu arada unutmadan söylemekte yarar var; ilaçların küçük çocuk, hamile ya da emziren kadınlarda kullanılmasında herhangi bir sakınca bulunmuyor.
Yan etkisi bulunmayan veya çok az olan alternatif, destekleyici ve bütünleyici tıp yöntemlerine geri dönüş yaşanırken yapılan son bilimsel çalışmalarda da bazı enteresan örneklere rastlıyoruz. Maryland Üniversitesi A. James Clark Mühendislik Fakültesi’nde geliştirilen nanofabrikalar, bedende enfeksiyona neden olan bakterilerin iletişim ağını bozarak vücudun kendi bağışıklık sisteminin harekete geçmesini sağlıyor. Geliştirilen bu teknoloji, ileride antibiyotik kullanımının yerini alacakmış gibi görünüyor.