TARZAN DEDİĞİN ASLANLA KAPLANLA TAKILIR
Vahşi doğada maymunlar tarafından yetiştirilmiş ve doğayla arasında spiritüel bir bağ geliştirmiş bir adamdan bahsediyoruz. Alexander Skarsgard da bu sıra dışı karaktere en iyi şekilde hayat vermek için çok çalışmış: “İşe maymunlarla ilgili bir sürü belgesel izleyerek başladım. Film, ormandan 10 yıl önce kopan bir adamı anlatsa da, adam ailesini görüyor ve tekrar geri dönüyor. Aynı zamanda maymunlarla büyüdüğü dönemlere giden flashback’ler de var. Hayvanlar filmin büyük bir parçası, bu yüzden onların iletişim ve sosyalleşme davranışları çok önemli. Bunun için
İngiltere’de bulunan Aspinall Foundation’da gorillerle vakit geçirme şansı buldum. California’da da aslan ve kaplan gibi büyük kedilerle takılma şansım oldum, gerçekten harikaydı. Filmde vahşi hayvanlar yok, hepsi animasyon. Ama yine de kafamda bir yerde bunların olması gerekliydi. Şu anda filmin bitmiş halini ve hayvanlarla olan duygusal sahneleri izlemek harika bir duygu. Çocukluğundan tanıdığı bir file rastladığı ve George Washington Williams’a eski dostundan ve bir filin sahip olduğu erdemden bahsettiği sahneyi çekerken, aslında karşımızda bir tenis topu vardı. Gerçekten filin göründüğü son halini izlemek muhteşem bir duyguydu.”
Tarzan hikâyesinin en farklı adaptasyonunu izleyeceğimiz, oturup İngiltere başbakanıyla çay içmesinden belli zaten. Ancak hikâyede değişmeyen öğeler de var ve bunlardan biri elbette ki Jane. Filmde ikiliyi Londra’da birlikte yaşarken görüyoruz. Orada bir çocuklarını kaybetmişler ve mutsuzlar. Jane de çocukluğunu Afrika’da geçirmiş ve dönmek istiyor. Aslında dönmekte kararsız olan Tarzan. Vahşi doğadan sonra Jane’in kaçırılması ve Tarzan’ın onu araması filmin ana dinamiklerinden biri. Skarsgard, Jane’i oynayan Margot Robbie ile iyi bir ikili oluşturduklarına inanıyor: “İkisinin ilişkisi ve sürekli birbirlerine kavuşmaları hikâyenin en önemli parçası. Margot ile bunu yansıtmak çok kolaydı. O zaten çok tatlı ve çekici bir kadın, o yüzden seyirci olarak onu sevmeniz çok vakit almıyor. Film öncesi tanıştığımız ilk andan beri aramızda güzel bir bağ oluştu. Çok doğal ve eğlenceli biri. Ben film çekimleri boyunca oldukça katı bir beslenme ve antrenman düzenine sahip olduğum için, en azından onun hafta sonu yaptığı yaramazlıkları dinleyerek kendimi avutuyordum. ‘Bilmek istediğine emin misin?’ diye soruyordu. Sekiz ay boyunca onun hikâyelerini dinledim.
Filmin yönetmenliğini üstlenen İngiliz David Yates, Harry Potter serisine çektiği dört filmdeki başarısıyla kendini ispatlamış bir isim. Skarsgard da onun çalışma yöntemlerinden çok etkilenmiş: “Daha yeni tanışmıştık. Bir odada oturmuş, bir pantolonun rengine karar vermeye çalışıyorduk. David aniden kostüm departmanından 20 yaşındaki bir asistana dönerek fikrini sordu. Asistan ‘David Yates bana fikrimi mi sordu?’ diye düşünüyordu muhtemelen gülümseyerek. İşte David böyle biri. Herkesin katkıda bulunmasını istiyor ve ekibinde asla bir hiyerarşi yok. İnsanların onu bu kadar sevmesinin nedeni de bu. Onun için değil, onunla çalıştıklarını hissediyorlar.”