KURU KAL, HAYATTA KAL: THE RAIN

Netflix’in Danimarka yapımı yeni dizisi The Rain, 4 Mayıs’ta izleyiciyle buluştu. The Rain’in oyuncu kadrosu ve yapımcılarıyla Kopenhag’da bir araya geldik ve merak ettiğimiz soruları kendilerine sorduk.

İlk sezonu 8 bölümden oluşan diziyi diğerlerinden farklı kılansa, normalde Hollywood filmlerinde görmeye alıştığımız post apokaliptik bir hikâyeyi farklı bir perspektif süzgecinden geçirerek aksiyonu ön plana çıkarmaktan ziyade izleyiciyi bir takım sorularla karşı karşıya bırakıyor olması. Üstelik felaket bölgesi, bu tarz senaryoları görmeye pek de alışkın olmadığımız İskandinav ülkeleri.

Yağmur yoluyla taşınan ve İskandinav nüfusunun çoğunu yok eden bir virüs, Dünya’yı bildiğimiz bir yer olmaktan çıkarır. Yiyecek sıkıntısı ve giderek yayılan hastalık, bölgeyi insanların birbirini avladığı bir arena hâline getirir. Altı yıl boyunca bilim insanı babaları tarafından yerleştirildikleri bir sığınakta kalan Danimarkalı iki kardeş Simone ve Rasmus, dışarı çıkma zamanının geldiğine inanırlar. Dışarıda ise sonradan parçası olacakları ekip onları beklemektedir. Ekip, kardeşlerin babalarını ve akıllarındaki sorulara cevap bulmak amacıyla tehlikeli bir yolcuğuna çıkar. Fakat değişen dünyada aşk, arkadaşlık, kıskançlık ve ihanet gibi kavramlar pek de değişmemiştir.

Röportaj: Zeynep İlayda Zafer

Bu tarz post apokaliptik bir diziye neden ihtiyacımız var sizce?

Lukas Løkken (Patrick): Yani ne diyebilirim ki, sonuçta her yapılan sanatın amacını sorgulamamıza gerek yok. Danimarka’da çılgınca bir şeyler oluyor ve bu benim için yeterli bir sebep. Tüm yapımlar 12 Yıllık Esaret gibi politik olmak zorunda değil bence. Bir kurtarıcı arıyorsanız Buda’ya falan danışın, Netflix’e değil.

Alba August (Simone): Aslında Dünya çevresel olarak çok kötü bir hâlde. Dizide bu duruma dikkat çekmeye çalışıyoruz ve eğer bunun üzerine durup düşünmez ve önlem almazsak bunun sonuçları nereye varabilir onu görmemiz gerekiyor. Alışkanlıklarımızı değiştirmeli ve artık gezegenimize gereken ilgiyi göstermeliyiz. Bizler Danimarka’da çok güvendeyiz ve çoğu sorundan uzak bir hayat sürüyoruz. Bu hikâye bize kendimizi sorgulatıyor. Böyle bir felaket başımıza gelse hazırlıklı olabilir miydik?

Mikkel Boe Følsgaard (Martin): Bütün bilim kurgu ürünleri zaten bir şekilde toplumun yansımasıdır. İklim değişikliği, mülteciler, savaş… Her şey aslında o veya bu şekilde yansıtılıyor. Korktuğumuz şeyler bizi bulduğunda ne yaparız diye düşünüyoruz. Jannik bu konuları nasıl yansıtabileceğini düşündü ve umarım insanlar dizimizi izlerler ve dünyanın şu anki hâlini bir daha düşünürler.

Lucas Lynggaard Tønnesen (Rasmus): İnsanlara şu anda böyle bir şeyin yaşanma ihtimalinin olduğunu anlatmak önemli bence. İklim değişikliği, mülteciler derken insanların bu tarz değişikliklere hazır olması gerektiğini düşünüyoruz. Yaşadığımız dünyayı takdir etmeyi hâlâ öğrenemedik maalesef. İnsanların dışarı çıktıklarında iki kere düşünmesi ve bunu fark etmesi gerekiyor. Başka bir açıdan da mültecilerin hikâyesini farklı bir perspektiften işliyoruz aslında. Birden bire tanıdığınız bildiğiniz topraklar düşmanlaşıyor ve evinizi terk etmek zorunda kalıyorsunuz. Ailenizi ve arkadaşlarınızı kaybediyorsunuz.

Angela Bundalovic (Beatrice): İnsan olmak ve beraber insan olabilmek de bu noktada büyük önem taşıyor. Tabii ki bu konularda yazmak, bunları irdelemek gerekiyor ancak eğlence sektörünün de bu konularda söylemesi gereken birkaç şey var ve olmalı da diye düşünüyorum. Bu yapma bir dünya, sadece bir kurgu, gerçek değil. Ancak gerçek hayatta da tam olarak böyleyiz bence. Bir şeyleri değiştirmeye başlamazsak dizi gerçeğe dönüşebilir.

     

Dizinin alt metninde değindiği konulardan biraz bahsedebilir misiniz?

Jannik Tai Mosholt: Bu dizinin arkasındaki ana fikir, yüksek refah seviyesindeki İskandinav toplumunun böyle bir felaket karşısında ne yapabileceğini düşünmekti. Bu toplum birdenbire yok olsaydı ne yapardık? Hâlâ olduğumuza inandığımız insanlar mı olurduk yoksa başka bir şeye mi dönüşürdük? “Medeni” insan olmanın nerede başladığı ve nerede bittiği sorularına da cevap arıyoruz. Dizide kimi insanların vahşileştiğini görüyoruz. Hayatta kalma çabası bizi nerelere getiriyor?

Christian Potalivo: Jannik’in de değindiği gibi biz burada doğduğumuz için elimizde olan olanakları hep orada olacakmış gibi görüyoruz. Dünya’nın başka ülkelerinde de doğabilirdik. En büyük korkumuz da zaten burada yatıyor. Bütün bu olanaklarımız, güvenli ortamımız ve mutluluğumuz gitseydi ne yapardık? Bir insanın insanlığını kaybetmesi için onu ne kadar zorlamanız gerekiyor? The Rain bütün bunları yansıtmaya çalışıyor.

 

Bundan önce birçok Danimarka yapımına imza attınız. Netflix’le çalışmanın farkları neler?

Jannik Tai Mosholt: Aslına bakılırsa birçok yönden herhangi bir Danimarka prodüksiyonu gibiydi. Hangi yapım şirketiyle çalışırsanız çalışın, her zaman belli bir çalışma şekliniz oluyor zaten. Yine de ortada bir özgürlük hissinin olduğunu söyleyebilirim. Netflix, biz ilk başta hangi fikirle yola çıktıysak onu bize sık sık hatırlatıyor. Yani ortada kesinlikle bir karışma ya da işi ticarileştirme durumu yok.

Christian Potalivo: Muhtemelen çoğu Avrupa ülkesi bu durumu yaşıyordur. Danimarka’dan yola çıkıyoruz ve ürettiğimiz şeylerin ne zaman hayata geçirileceğini bilmiyoruz ve hayata geçirdiğiniz zaman bu çok büyük bir başarı oluyor. Netflix’le deneyimlediğimiz en büyük fark ise, fikrimizi sunduğumuzda bize bunu gerçekleştirmek istediklerini hemen söylemeleri oldu. Kimseyi ikna etme çabasına ve korkunç uğraşlara girmek zorunda kalmadık. Bir fikrin kabul edilmesi ya da reddedilmesi en başından belli olduğu zaman, bu sanatsal açıdan sizi oldukça özgür kılıyor. Yapılacak mı yapılmayacak mı stresine girmektense işimize odaklanıp ortaya gerçekten iyi bir şey çıkarmaya çalışıyoruz.

Neden bir felaket unsuru olarak yağmuru seçtiniz?

Jannik Tai Mosholt: Su herkes için hayat kaynağıdır, yaşamın ve toplumların merkezidir. Suyun hayat vermek yerine öldürmesinin ilginç olabileceğini düşündük. Ayrıca kontrolünü yitirmiş bir insanlığın portresini en iyi bu şekilde çizebiliriz diye düşündük. İnsan anlamadığı şeyden korkar. Hayat kaynağı olan suyun birdenbire ölümcül bir düşmana dönüşmesi insanın ayarlarını tamamen bozacak bir durum. Bir de suyun dinsel bir yanı da var. Su her şeyi yıkar, arındırır, geride hiçbir şey bırakmaz. Bu olay da karakterlerimizi kimliklerinden ve hayatlarından sıyırıyor. Geride yeniden inşa edilmesi gereken bir dünya bırakıyor.

 

Eğer şu anda yağmur başlasaydı ve sığınağa yanınıza bir kişi daha alarak gidebilseydiniz, bu kim olurdu?

Lukas (Patrick): Bu benim için kolay bir soru. Çekimler sırasında orman sahneleri ve çatışma sahneleri için daha önce Afganistan’da görev almış iki sniper’la antrenman yaptık. Ben kesinlikle onlardan birini yanıma alırdım.

Sonny Lindberg (Jean): Evet, ben de ya onlardan birini seçerdim ya da John Legend’ı falan alırdım. Aşağıda kesinlikle müziğe ihtiyaç var. Yoksa kafayı yersiniz.

Mikkel (Martin): Çocuklarımı alırdım. Telefonumu da tabii.

Alba (Simone): Kız kardeşimi.

Lucas (Rasmus): Biraz düşünmeliyim. Sanırım en iyi arkadaşımı yanıma alırdım.

Angela (Beatrice): Erkek arkadaşımı alırdım.

 

Bir Netflix projesinde yer almak konusunda neler hissediyorsunuz?

Mikkel (Martin): Bu projeye de herhangi bir proje olarak yaklaşmaya çalıştım. Bu yüzden ilk başlarda her şey normal seyrindeydi benim için. Fakat prömiyer günü yaklaştıkça heyecanlandığımı ve gerildiğimi hissettim. Değerlendirmeye çıkıyoruz gibi hissediyordum. Sonuçta Netflix’te yer alacaksınız ve herkesin gözü üzerinizde olacak.

Lukas (Patrick): Bir yapımda yer almak bir puzzle’ın parçası olmak gibi ancak bu çok çok daha büyük bir puzzle. Dizinin prömiyer tarihi geldiğinde bunun nasıl bir his olduğunu o zaman anlayabileceğiz bence. Şimdiye kadar bütün olay Netflix’ten gelen binlerce e-mail. Bütün bu insanlar da kim diyorum her gün gelen kutuma baktığım zaman. Bir de işin maddi yönü var. Bir keresinde, nedenini hatırlamıyorum ama çekime iki saat geç başlamıştık. Çekimden önce bir Netflix kamyonu yanaştı ve içinde Danimarka’nın en pahalı dondurması, 10 kişilik bir masa boyutundaki kutuda bizi bekliyordu. Gecikmeden dolayı özür dilemek için göndermişler. Çılgınlıktı. Yani normal bir projede belki bir sandviç falan alırsınız. Fakat bir kamyon dolusu dondurma? İşte o zaman Netflix ile çalıştığımı anladım.

Sonny (Jean): Çekimlere başladığımızda bu projeyi de herhangi bir Danimarka projesi gibi görmeye çalıştık. Çünkü Netflix’i düşündüğünüzde konsantre olamıyorsunuz. Ancak tabii ki oraya çıkıp herkese sesimizi duyurmak istiyoruz. Netflix’le çalışmak hayallerimizin gerçek olması gibi bir şey adeta.

Dizide özellikle Danimarka’ya özgü bir şey var mı?

Lukas (Patrick): Bize bir baksana! İlk fotoğraf çekimlerine gittiğimde kendi kendime “Vay be, burası resmen elmacık kemiği festivali!” dedim. Herkes o kadar Danimarkalı ki!

Sonny (Jean): Evet, Netflix özellikle Danimarkalı bir oyuncu kadrosu istedi ve istediklerini kesinlikle aldılar bence.

Lukas (Patrick): Bir de, Danimarka yapımlarında karanlık özelliklere daima bir vurgu yapılır. Film çok mutlu çok pozitif olsa bile karakterlerin içindeki karanlık yanlar mutlaka ortaya çıkartılır. The Rain’de de bu var bence.

Dizideki favori karakteriniz kim?

Christian Potalivo: Bu çocuklarınız arasında seçim yapmak gibi bir şey! Ancak bazen kendimi duygusal olarak Patrick ile bağlantılı hissediyorum.

Jannik Tai Mosholt: Benim için de seçmesi çok güç, ama karakterin kendi içinde yaşadığı çatışmalardan ve çok boyutlu olmasından dolayı Martin diyebilirim. Kendime de çok yakın hissediyorum çünkü ben de kontrolü kaybetmekten korkan biriyim.

Sonny (Jean): Bence de Martin çok ilginç bir karakter. Dizideki her karakter aslında birbirinden çok farklı ama ben Martin’i seçerdim. Diziyi izleyince bence nedenini anlayacaksınız.

Lukas (Patrick): Orijinal olması bakımından Angela’nın oynadığı Beatrice karakteri en iyisi. O çok güçlü bir karakteri canlandırıyor ve kendisi de çok güçlü. Kamera karşısında kendine güveni her zaman yerinde ve hiçbir sahneyi tekrarlatmak zorunda kalmadı. Üstelik bundan önce de hiçbir oyunculuk deneyimi yoktu. Karakterin en sevdiğim yanı ise koca bir orduyu silah kullanmadan teslim olmaya ikna edecek güce sahip olması. Bakışlarında, enerjisinde bunu hissedebiliyorsunuz.

Angela (Beatrice): Favorim mi emin değilim ama kesinlikle Martin’in sahip olduğu silahlara ben de sahip olmak isterdim. Çünkü silah kullanabilen tek karakter o. Yine de kadın karakterler de aksiyon konusunda yeterince görev alıyorlar ve bu bir silah taşımaktan çok daha iyi.

Lucas (Rasmus): Ben Martin’i canlandırmayı denemeyi çok isterdim çünkü Mikkel’ın o karakteri oynayışını çok beğeniyorum. Her şeyi kontrol altında tuttuğunu düşünen ama içeriden bakıldığında hiç de öyle olmayan bir adamı oynamak ilginç olabilirdi. Fakat favori karakterim kesinlikle Lea. Çok saf, çok içten ve harika bir iş çıkarıyor. O gerçek bir persona.

Sizce karakterlerinizin en güçlü ve en zayıf yanları nedir?

Alba (Simone): 6 yıl kardeşimle bir sığınakta yaşıyoruz ve bu psikolojik olarak karakterlerimizi oldukça etkiliyor. Simone çok nazik ve koruyucu bir karakter. Bütün odağı kardeşi Rasmus. Bu onu dışarıya karşı savunmasız bırakıyor ve kendiyle bağını biraz zayıflatıyor. Kendi hislerine çok kulak asmıyor yani. Fakat Simone aynı zamanda kardeşini korumak için ne gerekirse yapacak kadar güçlü bir karakter.

Lukas (Patrick): Benim karakterimin en zayıf yanı kesinlikle duygularını nasıl belli etmesi gerektiğini bilmemesi. Gerçek hayatta bu tarz insanlar tanıyorum ve bence bu onlar için çok zor bir durum çünkü bir noktada kesinlikle patlıyorlar. Patrick de aynı durumda. Askeri bir eğitimi olsaydı belki grubun lideri o olabilirdi. Ancak başına buyrukluğu ve umursamazlığı başına bir sürü iş açıyor. Ancak aynı zamanda bu umursamazlık ve kimseye ihtiyacı olmadığını düşünmesi birçok şeyin üstesinden gelmesini de sağlıyor. Yani zayıf ve güçlü yanının neredeyse aynı şey olduğunu söyleyebiliriz.

Sonny (Jean): Bence Jean’ın en güçlü yanı onun zayıf yanları. Tatlılığı, naifliği ve insanlara olan inancı grup içinde onu kurtarıyor. Tabii en sonunda bütün bunlar öldürülmesine bile neden olabilir. Yalnız kalamaması en zayıf yönü olabilir. Yalnız kaldığı an hayatta kalamayacak bir karakter o. İnsanlarla beraber olduğunda daha güçlü ve daha güvende.  

Dizi için herhangi bir eğitim ya da antrenman süreci geçirdiniz mi?

Mikkel (Martin): Evet, nasıl silah kullanacağımızı öğrendik ve atış talimi yaptık. Bunun dışında, hayatta kalma eğitimi almak için grubun geri kalanıyla ormanda bir gün geçirdik. 2 tane askerle 24 saat boyunca hiçbir şeyimiz olmadan ormanda vakit geçirdik. Ne zaman yemek yiyeceğimizi ne zaman su bulacağımızı bilmiyorduk. İlk başta cehennem gibi geldi ama sonradan çok da zor olmadığını düşündüm. Yine de bir süre sonra acıktım, susadım, üşüdüm. Bir an önce eve gidip Netflix izlemek istiyordum. 

Alba (Simone): Ben ve Lucas (Rasmus) da rolümüze çalışmak adına iki hafta kadar sığınakta yaşamayı düşündük. Ancak 3 ay sığınakta çekim yapınca o kadar bıkmıştık ki tabii ki bunu yapmadık.

 

Çekim süreci nasıldı? Zorlandığınız anlar oldu mu?

Jannik Tai Mosholt: Dizinin büyük kısmını geçtiğimiz yaz çektik ve en sıkıntılı kısım hava durumuydu. Son 32 yılın en yağışlı yılıydı. Yağmurlu geçen bir dizi için harika bir fırsat olduğunu düşünebilirsiniz, ancak toplamda 4 gün falan yağmur yağmadı ve o 4 günde de bizim yağmurlu sahneleri çekmemiz gerekiyordu. Şansa bakar mısınız! Sahte yağmur yaratmak zorunda kaldık. O an her şey çok saçma gelmeye başlamıştı.

Alba (Simone): Benim için oldukça çılgın ve uzun bir yolculuktu diyebilirim. Çekimlere haziranda başladık ve hâlâ üzerinde çalışıyoruz. Ancak en zor kısmın bitmiş olması çok rahatlatıcı. Çok çalıştık ve bence en önemli kısım grubun dinamiğiydi. Yedi genç insan olarak sürekli bir aradayız. Belli bir tempoyu tutturmaya ve iyi bir ortam yaratmaya çalışıyoruz. Buna ek olarak sürekli insanların önünde çekim yapmak da bazen korkutucu olabiliyor.

Lucas (Rasmus): Sığınaktaki çekimler gerçekten zorlayıcıydı. Aşağısı çok sıcaktı ve kendinizi sürekli izole olmuşsunuz gibi hissediyordunuz. Ne zaman sığınağa insek yukarı çıkmak için sabırsızlanıyorduk. Dışarıda hava soğukken ve yağmurluyken sığınağa inmek için harika oluyordu, orada her şey kontrolümüz altındaydı, ancak indiğimiz zaman da hemen bunalıyorduk.

Lukas (Patrick): Bir keresinde de bizi oldukça zorladılar. Hava 25 dereceydi ve baştan aşağı askeri kıyafetler içinde bir tepeden bir tepeye koşarak tur attık. O kadar zorlanmıştık ki Sonny ve ben en sonunda kendimizi tepenin yamacında kusarken bulduk. Çok kötü bir deneyimdi.

Angela (Beatrice): Bence en zor ama aynı zamanda da bizim için en faydalı olan kısım neredeyse her zaman hepimizin bir arada olmasıydı. Çekimler esnasında herkesin rolünü hissetmeniz ve ona göre oynamanız gerekiyor. Herkesin birbirini anlaması çok önemli. Sorunsuz bir şekilde çekim sürecini sürdürebilmek için herkesin birbirini sevmesi gerekiyor. Biz kesinlikle birbirini seven bir ekibiz.

Mikkel (Martin): Ben oldukça eğlenceli zaman geçirdim. Danimarka sokaklarında bir oraya bir buraya koşturup çekimi tamamlamak gerekiyor ve her gün normal bir insan olarak gezdiğiniz sokaklarda rol icabı koşturmak çok tuhaf bir his. Buna alışmak gerekiyor ama elimde bir silahla insanların arasında dolaşırken yeniden çocuk olduğumu hissettim. Hem askercilik oynuyor hem de para alıyorum!

Rasmus ablasıyla sığınağa girdiğinde küçük bir çocuktu ve 6 yıl boyunca sığınakta kaldı. Rasmus’un gerçek dünyaya dair hiçbir şey bilmediğini varsayabilir miyiz?

Lucas (Rasmus): Rasmus’un daha öncesinde de çok hasta bir çocuk olduğunu unutmamalıyız. Sürekli hastanelerdeydi ve nihayet iyileştiğinde gerçekten çocuk olmaya ve dünyayı öğrenmeye fırsatı olacağını düşündü. Fakat tam o sırada da yağmur başladı ve sonraki 6 yılını bir sığınakta geçirdi. Dışarı çıktığında Rasmus’un her şeyi yepyeni gözlerle gördüğünü söyleyebiliriz. Bunun için de oldukça heyecanlı ve öğrenmeye aç. Bu bağlamda Rasmus’un neler hissettiğini anlayabiliyorum aslında. Böyle bir yapımda ve bu kadar iyi bir kadroyla yer aldığım için ben de benzer hisler deneyimliyorum. 

 

Beatrice’nin gizemli ve çocuksu bir yanı var. Güvenilir bir karakter mi sence?

Angela (Beatrice): Beatrice’de bir şeyler var, evet. Hâlâ biraz çocuksu ama aynı zamanda da büyümeye çalışıyor. Büyümek zorunda. Buna rağmen hayal gücünü hiç yitirmemiş ve bazen hayal gücünü kendi yararına kullanabiliyor. Hatta bazen bunu insanları yönetmek için de kullanıyor ama niyeti kesinlikle zarar vermek değil. Bir tür savunma mekanizması diyebiliriz bence. Diziyi izleyip neler olacağını kendiniz görmelisiniz.

 

Dizi ilerledikçe karakterlerin geçmişini ve takımda nasıl yer aldıklarını görüyoruz yavaş yavaş. Patrick’in de nasıl buraya geldiğini öğrenecek miyiz?

Lukas (Patrick): Evet, tabii. Dizide zaman zaman flashbackler kullanarak her karakterin yağmur vurmadan önce ve vurduktan sonraki hallerini göreceğiz. Patrick için aslında kötü çocuk olmaya zorlanmış iyi bir insan ya da kötü bir çevrede iyi bir çocuk olmaya çalışan biri diyebiliriz. Yağmurdan önceki dünyada çoğu şey onun için yeterince zorken yağmurdan sonra her şey katlanılamaz bir hâl alıyor. Bu nedenle de kendini adeta taşlaştırıyor ve duygularını asla belli etmiyor.

Sonny, Jean grup içinde gayet iyi idare ediyor gibi görünüyor. Gerçekten böyle bir felaket yaşansaydı sence Sonny olarak hayatta kalmayı başarabilir miydin?

Dürüst olmak gerekirse, hiç zannetmiyorum. Eğer her şey yerle bir olsaydı ve artık kim olduğumuz bir anlam ifade etmeseydi kesinlikle panikler ve bu yeni dünyada ne yapacağımı bilemezdim. Belki 5-6 gün dayanırdım ama sonrasında kesin havlu atardım.

Lukas (Patrick): Ben muhtemelen hazır ortalık karışmışken pahalı olan her şeyi çalmaya çalışırdım ama evet hayatta kalamazdım sanırım.

 

Dizide romantizme de yer veriliyor. Ancak karakterler sevginin gerçekten ne demek olduğunu biliyorlar mı sizce?

Lucas (Rasmus): Rasmus için aşk muhtemelen ablası olmayan ilk gördüğü hoş bir kıza duyduğu heyecan. Çok naif ve yeterli duygusal donanıma sahip değil. Daha doğrusu ayarları doğru değil. Bir şeyler hissettiğinde onu yüzde yüz hissediyor ve bu da onu çok kolay bir hedef haline getiriyor.

Angela (Beatrice): Bence bu çok iyi bir soru ve asıl mesele de burada yatıyor. Ekiptekiler için daha çok fiziksel ve kimyasal bir şey aşk duygusu. Yağmur aslında çok romantik bir ayrıntıdır. Yağmurda el ele yürümek, bir yere beraber sığınmak ya da sinemaya gitmek… İlişkileri yavaş yavaş inşa edersiniz. Fakat bizim hikâyemizde kimsenin buna ayıracak vakti yok ve yağmur hiç de romantik bir ayrıntı değil. Bazen birbirini bir felaketten korumak ya da basitçe el ele tutuşmak bile büyük bir sevgi göstergesi olabiliyor. Derinlerde bir yerlerde sevginin ne olduğunu biliyorlar aslında ama bunu erkenden kaybetmişler ya da gerçekten yaşamaya hiç fırsatları olmamış.

 

Son olarak, diziniz muhtemelen başka dillere çevrilecek. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Mikkel (Martin): Aslında İngilizce seslendirmeyi kendimiz yaptık. Bunu yapmamızı Netflix istedi. Bu oldukça tuhaftı fakat nedenini anlayabiliyorum. Karakterleri en iyi biz biliyoruz ve İngilizce seslendirmeyi en doğru şekilde biz yapabiliriz diye düşünmüş olmalılar. Tabii ki ana dili İngilizce olan biri kadar iyi olamayız ama elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık.

Lucas (Rasmus): İngilizce seslendirme benim için oldukça zorlayıcıydı. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım. Kendi karakterini seslendirmek güzel çünkü potansiyeli zaten en iyi sen biliyorsun fakat insanlar seslendirme izlemek istediklerinde gerçekten iyi bir performans bekliyorlar ve doğal olarak her şeyi anlamak istiyorlar. Birkaç denemeden sonra buna alıştım ama çok farklı bir deneyimdi benim için. Ayrıca diziyi neredeyse seslendirilen tüm dillerde izledim. İtalyanca, İspanyolca, Almanca… Hepsini. Kulağa çok tuhaf ve komik geliyordu. İşin tuhaf kısmı İtalyancada beni seslendiren kişinin sesi aynı benimki gibiydi. O kadar tuhaf ki! “Bunu ben mi yaptım” diye kendimi sorguladım. Yer aldığın bir projeyi başka dillerde izlemek çok ilginç ama kesinlikle güzel bir his.

 

BENZER YAZILAR