Londra’da Bir Dönüm Noktası

Bizi hayalimize ulaştıran şey beynimiz midir, bacaklarımız mı?

Yazı: Orhan OMAY

Geçtiğimiz Kış sayısındaki yazımı okuyanlar, uzun süren sakatlığımı ve bu yüzden katılamadığım 2016 Londra Maratonu’nu hatırlar. Bu maraton, Marathon Majors diye adlandırılan en prestijli altı maratondan (Boston, New York, Berlin, Chicago, Tokyo, Londra) biri olup, bence Boston’dan sonra katılması en zor olanı. Kura ile şansınız yok denecek kadar az. İngiliz vatandaşı da değilseniz, tek seçeneğiniz onlarca vakıftan bir tanesi için para toplayarak katılabilme hakkını kazanmanızdır. Bu da kolay değil. Hem vakıf kontenjanı hızlıca doluyor, hem toplayacağınız para miktarı oldukça iddialı oluyor hem de başvuru sırasında ciddiyetinizi göstermek ve onları yarı yolda bırakmayacağınıza inandırmak adına mülakatlardan geçiyorsunuz. 1983’te başlatılan bu sistem aslında çok basit. Organizatörler yarışa katılma hakkını bu vakıflara satıyor, vakıflar da yardım toplama sözü karşılığında bu hakları koşacak kişilere dağıtıyor. 750’den fazla vakfın yer aldığı bu organizasyonda rekor, 2016’da 59 milyon pound ile kırıldı. Dünyada eşi benzeri olmayan bu maratona katılmak için tüm bu zorlukları aşmış ama sakatlık engelini geçememiştim.

Yazışmalar sonrası organizasyon 2016’da kullanamadığım hakkımı sadece bir defalık 2017’ye attı. İzleyen sekiz ayın sonunda inatçı sakatlığım geçmişti, bense bir takvime bir kendime bakıyordum. Ocak ayının ortasındaydım ve yarışa tam tamına 3,5 ay kalmıştı. Aylarca koşmak yerine durmaksızın yüzmüş olsam da göbeklenmiştim ve en önemlisi, kardiyovasküler olarak neredeyse en dipteydim. Ama ne olursa olsun, bu yarışa mutlaka katılacaktım. Sakatlanmadan, gerekirse yürüyerek hatta çok yavaş yürüyerek bu maratonu bitirecektim. Kimselere ne yapmam gerektiğini danışmadım, antrenman hocalarına nasıl bir program izlemem gerektiğini sormadım. Çünkü öyle bir program yoktu. Sekiz ay boyunca 100 metre bile koşmayıp, arkasından üç ay içinde maraton koşmak? Bence mümkündü. Kendimi yani vücudumu dinleyerek bunu başaracağıma inandım ve yola çıktım. Ocak ayının son üç haftasında, haftada sadece iki kere koştum. Bunu bütün Şubat ayında da devam ettirerek, 7 km’den 9’a, 12’ye çıkmıştım. Amacım, “Hey kaslar, kemikler! Siz bir aralar koşuyordunuz, Berlin’i, Paris’i bitirmiştiniz, hatırladınız mı?” demekti. Bu koşular hep yavaştı. Tempom 6 ila 6,5’in altına inmiyordu. Zaten yokuşlar, interval’ler yapmadan daha hızlı koşamazdım. Kendimi iyi hissediyordum. Her antrenmanım eskisi gibi 10 km’yi buluyordu.

Ve Mart gelmişti bile. Bu ay 10 km koşan bacaklarıma biraz olsun uzun koşmayı hatırlatacak, Nisan ayında da (yarış 17 Nisan’daydı) dinlenmeye geçer gibi kilometrelerimi düşürecektim. (Ha ha ha, neyin dinlenmesi yahu?) İlk hafta 12 kilometreyi görmüştüm. Daha sonraki haftaların uzun koşuları 15, 17 ve 12 km’den oluşmuştu ve yarışa üç hafta kala, 2 Nisan’da en uzun koşum olan 24 km’yi koşmuştum. Evet, haftalar evvel en uzun koşum olarak 24 km’de karar kılmıştım. Ve bu mesafeyi pek mükemmel koşmuştum. O gün 25 koş deseler koşamazdım ama koşabileceğim en iyi 24 km’yi de koşmuştum. Yarışa üç hafta kala her şey iyi gidiyordu. Tek istediğim şey sakatlanmamaktı. Kalan koşularımın neredeyse tamamını asfalttan uzaklaşıp toprakta yaptım. 17, 15, 10 ve dört gün kala 8 km jogging ile kendi programımı tamamlamıştım. Son dört hafta, haftada iki kere özel hoca ile vücudumu rahatlatmak için esneme çalışmaları yaptım, bir kez de derin spor masajı yaptırdım. İyi bir sosyal içici olarak alkolü oldukça azalttım. En ufak bir kazaya mahal vermemek için, üstünden inmediğim Vespa’mı da bir kenara kaldırdım. Bağışıklık sistemim güçsüz düşmesin diye her gün 100 mg beta glukan takviyesi aldım. Hayır, abartmıyordum, neredeyse iki senedir bekliyordum bu yarışı ve her şeyin yolunda gitmesi için gerekenleri yapmalıydım.

Kafaca hazırdım, zaten hayalimi gerçekleştirecek olmak bana itici güç olacaktı. Ama kaslarım hazır mıydı? Toplam 395 km koşmuştum ve hazır değillerdi. Böyle bir maraton antrenmanı yoktu, hatta olmamalıydı. Her şeyin 30 km’den sonra başlayacağını çok iyi biliyordum. Kuvvetsizdim. Kuvvet antrenmanlarına hem zaman yoktu hem de sakatlanmamak için başlamamıştım. Yarış, kuvvet ile beynin savaşına dönüşecekti. Güçlü olan kazanacaktı.

BENZER YAZILAR