Londra’da Bir Dönüm Noktası

BEDEN DURMAK İSTEDİĞİNDE, ONU SEN TAŞIRSIN

Yarış sabahı otelden çıkıp iki metro değiştirerek start alanına gittim. Metrolar tıklım tıklımdı, nefes alacak yer dahi yoktu. Binlerce koşucu, rengârenk ayakkabılar, saatler, taytlar, şortlar, çoraplar… Metrodan inip start çizgisine varmak içinse 2,5 km yürüdük. Bir yandan yorulmamaya çalışırken, bir yandan da heyecanımı bastırmaya çalışıyordum.

Daha ilk metrelerden itibaren, ilk 10 km beklediğimden çok daha zor geçti. Beynim sürekli ayaklarımın ve bacaklarımın her bir milimetresini tarıyor, kendilerini iyi hissedip hissetmediklerini anlamaya çalışıyordu. Kafam gereğinden fazla yoğundu. Hafif yokuş aşağı olan başlangıçta gaza gelmeden, 5,83 dk/km ile ilk 10 km’yi bitirdiğimde, “Bu iş tamam” dedim. Kendime güvenimin de artmasıyla kafam rahatlamıştı; odak noktamı panik duygusundan ve kötü senaryolardan uzaklaştırıp, koşmanın kendisine kaydırmıştım. Olması gerektiği gibi işin keyfini de çıkararak devam ettim. Sokaklar inanılmazdı! Sanki İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra barış gelmiş, herkes evine dönmüş sokaklarda koşturuyordu. Sanki futbolun beşiği İngiltere, 1966’dan sonra tekrar Dünya Kupası’nı kazanmış kutluyordu. Kaldırımlardan taşan insanlar, sonu gelmeyen haykırışlar, bandolar, balonlar, aileler, çocuklar… Adeta şehre evde oturma yasağı gelmiş, onlar da uymuşlardı.

Her maratonda, rota üzerinde yere çizilmiş mavi boyalı bir hat vardır. Bu mükemmel çizgiden sapmadan devam ederseniz, maratonu tam 42,5 km’de tamamlarsınız. Ama bu hattı takip edemeyip virajlarda dışından, içinden veya düzlüklerde sağından, solundan giderseniz, mükemmel mesafeyi kaçırmış ve gerektiğinden uzun koşmuş olursunuz. Ve ben sürekli kaçırıyordum! Koşucu sayısı o kadar fazlaydı ki, kaçırdığımı fark edip tekrar mavi çizgiye yaklaşmam neredeyse imkânsız oluyordu. Ya ben birilerini deviriyordum, ya beni deviriyorlardı.

10-20 km arasını da 5,80 dk/km ile koştum. Beyin bacaklarla uyum içindeydi, koşunun en güzel noktası olan Tower Bridge geride kalmıştı. 20-30 km arası dönen bir döngüydü esasında. Ve bu döngüler benim hiçbir zaman hoşuma gitmemiştir. Yanımızdan vızır vızır elitler geçerken, “Uff, daha buralardan tekrar geri döneceğim” düşüncesi ara sıra rahatsızlık vermeye başlamıştı.

2 saat 55 dakika geçmişti bile ve önümde koskocaman “30 km” yazıyordu. Tempom gene aynıydı (5,84 dk/km). Ama karşımda duran 30 km yazısı sanki bir işaret değil gulyabaniydi, bir tarafıma saplanan Damokles’in kılıcıydı. 31’inci kilometreye girdiğimde bu kılıç dalağıma saplanmıştı. 35’inci kilometreyi zor bulmuştum. Hızım biraz gerilemiş olsa da (6 dk/km) artık devam edemeyecektim. Dalağım yerinden çıkıp önüme düşecek gibiydi. Acıdan koşamaz hale gelmiştim ve 35’i geçer geçmez kendimi medikal çadırın içinde, yerde buldum. Hemen iki doktor nefesimi ve nabzımı kontrol etti. Dalağın İngilizcesini unuttuğum için, sorun midemdeymiş gibi anlattım. Doktorlar da haliyle ne yediğimi sorunca, “Tamam, bunlardan bana hayır yok. Çık, devam et” diye söylenerek yerimden kalkıp, tekrar koşmaya başladım.

35-40 km arası her kilometre tam bir işkenceydi. 750 metre yavaş gidip dalağımın şişmesini bekliyor, 250 metre neredeyse yürüyüp onu sakinleştiriyor, sonra tekrar bir 750 metre koşuyordum. Sekizincisini yuttuğum enerji jeli de bitmiş, hızım 6’lardan 6,26’lara gerilemişti. 40 km’yi geçerken saatim 41,4 km gösteriyordu! Seyirciler neredeyse bir futbol maçındaki gibi yumruklarını, haykırışlarını yüzümde patlıyordu. Her şey o gürültülü savaş filmlerindeki ağır çekim sahneler gibiydi. Sağım solum patlıyordu ve ben hiçbir şey duymuyordum. Westminster Abbey’i geçip sağa doğru döndüğümde, tepemde koskocaman “365 yards to go” yazıyordu. Yards neydi, kaçı kaçla çarpmam gerekiyor diye düşünürken ağlamaya başladım. Hesaplayamadım, tahmin edemedim, hâlâ da bilmiyorum. Saatim 43,5 kilometre; 4 saat 24 dakika 16 saniyeyi gösteriyordu. Boynumda madalyayla, kendimi St. James Parkı’nın çimlerinde bulmuştum. Benim için kâbus gibi geçen iki sene geride kalmıştı, hafiflemiştim, uzanıyordum. Hiçbir şey düşünmeden…

2017 Londra Maratonu Karnesi

Artıları
• Hayır kurumlarının/vakıfların muazzam bir gücü olduğunu hissettiriyor.
• Parkurun tamamında hiç yokuş yok.
• Su istasyonlarından gani gani var, hiçbir eksiklik hissetmiyorsunuz.
• Neredeyse Londra’da yaşayan herkes sokakları hınca hınç dolduruyor.

Eksileri
• Diğer majör maratonlarda olduğu gibi, katılabilmesi oldukça zor ve pahalı.
• Katılımcı sayısının çokluğu yüzünden bir türlü mavi çizgiyi takip edemiyorsunuz. Ben bu yüzden gerekenden 9 dakika daha fazla koştum.
• Toplu taşımadan indikten sonra, başlangıç noktasına ulaşmak için 2-3 km yürümeniz gerekiyor.
• Parkurun büyük bir bölümü Londra’nın banliyö bölgelerinden geçiyor. Şehrin güzelliklerini daha az görüyorsunuz.

 

RW Marka Elçisi Orhan Omay’ın katıldığı yarışlara dair gözlemlerini ve antrenmanlarını takip edin: https://www.instagram.com/orhanomay/ 

BENZER YAZILAR