Salzburg’da koşarsanız, zamanda atlama yaşarsınız.
Yazı: Aysun UZUNSOY
“Gördüğüm tüm o güzel yerlerin hiçbiri Salzburg’un çarpıcı doğal güzelliğiyle boy ölçüşemez” demiş Mozart. Onun memleketine gidiyorken, onun sözünü referans almamak olmaz. Hayatımda ilk kez yurt dışında düzenlenen bir maratonun 10K parkurunda koşmak üzere Salzburg’a giderken, aklımda dönüp duran iki şey vardı: Salzburg Kalesi’nde dolaşacağım ve nerede olursam olayım, kafamı her çevirdiğimde Alplerin zirvesini göreceğim.
Orta Çağ atmosferinde koşmayı kendimce büyük bir olaya dönüştürdüğümü itiraf etmek isterim. Bir doğa âşığıyım, fantastik edebiyatı çok seviyorum ve bazı ortamlarda etrafıma çaktırmamaya çalışarak inanılmaz havaya giriyorum. Mesela şehre tepeden bakan Salzburg Kalesi’ni ilk gördüğümde havaya girmiştim bile; sokaklarda kralın atlı birliklerinin, pazar satıcılarının, çamaşır yıkayan kadınların, odun kesen adamların falan arasından sıyrılarak koşuyormuş gibi yapacak; komplo haberini saraya ulaştırmaya çalışan bir ulak veya kendisini öldürmeye çalışan “faceless” kızdan kaçan Arya Stark olacaktım. Gerçi pace ayarlaması yapmaya çalışan, hedefi dalağı şişmeden ve hiç yürümeden yarışı bir saatin altında bitirmek olan, başlangıç seviyesinde bir koşucuydum ama fark etmez, role girmiştim artık.