Orta Çağ’da 10K

Daha önce hiç bulunmadığınız bir şehirde koşmanın güzel yanı, bir iki gün öncesinden gezip keşfetmeye başladığınızda, sokaklarında koşarken yeni doğmuş bir aşinalıkla, bir çeşit aidiyet duygusuyla yapmak oluyor. Salzburg’un kaleye doğru kıvrılan sokaklarında gezdikten, kalenin şehre tamamen hâkim manzarasını izledikten, Salzach Nehri boyunca dolaştıktan, kartpostal gibi onlarca kareyi zihnime kazıdıktan sonra ben de hazırdım. Salzburg’un atmosferi insana tek bir şey hissettiriyor: dinginlik. Sanki ne yapsanız, o dinginliği bozamazmışsınız gibi. Öyle ki, yüzlerce insanın olduğu başlangıç ve finiş çizgisinde de, etkinlik alanında da, insanlar yarış sonrası keyifle biralarını yudumlayıp birbirlerini kutlarken de, kolektif bir sakinliği paylaşıyorsunuz.

Yoğun bir yağış beklentisiyle (Umutla “Biraz atıştırır belki?” diye sorduğum bir Salzburglunun “Burada yağmur asla atıştırmaz, ya yağmaz ya da şakır şakır yağar” cevabıyla kendimi sırılsıklam koşarken hayal etmiş ve ne yalan söyleyeyim, biraz hevesimi kaybetmiş olarak) uyanıp da 10K’nın başlangıç çizgisine 3 km yürümek üzere yola koyulduğumuzda, serin ve açık bir havayla karşılaştık. Keyifler yerindeydi, old town (eski şehir) kısmından çıkıp, daha çok banliyö evlerinin ve çiftliklerin olduğu şehrin dış bölgesine doğru ilerliyorduk. Gözün alabildiğine dümdüz ve yeşil uzanan araziler, minik göller, dolaşan ördekler, pamuk şeker gibi duran pembe saman balyaları, uzaklarda birkaç inek, şimdi daha yakın görünen Alplerin zirvesi ve daha uzaktan bakan kale, insanın nefesini kesiyor, nerede ne yaptığını unutturuyordu. Artık benim için olay 10K koşmaktan çıkmıştı, ben Salzburg’u koşuyordum. Büyük şehir maratonlarının atmosferi bir başka oluyordur muhakkak ama bana göre bu masalsı ortam eşsizdi.

BENZER YAZILAR