RUHUN KARANLIK GİRDABI ANKSİYETE

Beden sağlığımız için dengeli beslenmeye ve egzersiz yapmaya özen göstersek bile, zihinsel ve ruhsal sağlığımızı göz ardı ediyoruz. İşte pek çok fiziksel hastalıktan daha acı verici ve zorlayıcı olabilen bir süreç böyle başlıyor: Anksiyete bozukluğu…

Günümüzün çılgın iş ve yaşam temposunda koştururken, durup kendimizi dinlemeyi ihmal ediyoruz. Sağlığımızın her şeyden önemli olduğunu çok iyi bildiğimiz hâlde, yapılacak işler listesine bir çentik daha atabilmek uğruna onu hep geri plana atıyoruz.

Yine başım ağrıyor… Hatta başım ağrıdan çatlamak üzere. Öyle bir ağrı ki, sanki içimde başka biri daha var, başımı yerinden sökmeye çalışıyor. Ve işte beklediğim oldu: Midem bulanmaya başladı. Hiç iyi hissetmiyorum… hiç… Neler oluyor? Bu kadar çok baş ağrısı normal mi? Bir hastalığım mı var acaba? Migren veya daha kötü bir şey?
Kalbim çok hızlı atıyor. Kalbim öyle hızlı atıyor ki, bu kadarına dayanamayacak diye korkuyorum. Her an duracak sanki… Korkuyorum ve terliyorum. Avuçlarımdan ter boşalıyor. Bir yandan da çok üşüyorum.
Üstümde kat kat battaniye… Etrafıma bakıyorum, bu benim tanıdığım evim mi? İstemsizce titremeye başlıyorum ve artık başka bir şey hissetmiyorum. Tek hissettiğim korku. “Bana bir şey olursa” korkusu… Ya bana bir şey olursa? Oysa şu an iyi olmalı ve yapılacak onca işimle ilgilenmeliydim ben. Evet, o anda bile yapılacak işler geliyor aklıma. Öylece yatmak bana çok koyuyor. Kendime öylece yatma hakkı tanımıyorum. Ama hastayım işte.

Hasta mıyım?
Hastanedeyiz. Acil servis… Etrafta fiziksel acı çeken, kimisi kaza geçirmiş, kimisi sancılar içinde onca insan var. Benimse hiçbir şeyim yok. Görünürde… Ama bana bir şey olduğuna o kadar eminim ki! Umutsuzca yardım bekliyorum. “Hiçbir şeyin yok” diyorlar. Sadece bir doktor midemin bulanması ile sürekli burnumu silmem arasındaki ilişkiye dikkat ederek beni muayene ediyor. Sinüzitim varmış. Sinüzit mi?!
Günler geçiyor, aynı şeyler tekrarlanıyor. Geceler bitmek bilmiyor. <p>Uyuyamıyorum. Yorgunum. İşe gidemeyecek, hatta sokağa çıkamayacak duruma gelince, geriye yapacak tek şey kalıyor. Oysa bu aklıma gelen son şeydi! Evet, nihayetinde önce bir psikiyatristin, ardından da bir psikoloğun karşısında oturuyorum. Anksiyete (kaygı) bozukluğu teşhisiyle bir yıla yakın ilaç tedavisi ve eş zamanlı olarak terapi görüyorum. Tedavim başladıktan kısa bir süre sonra da baş ağrılarımdan kurtuluyorum, mu-ci-ze gibi… Oysa beynimle ilgili bir sorun olduğuna neredeyse emindim! Acaba yine de bir nöroloğa görünmeli miyim? Ama hayır, bir süre sonra artık sağlığımla ilgili endişe duymuyorum. Soru işaretlerim zamanla azalıyor, giderek kayboluyor… Yardım alarak, ama en çok kendime yardım ederek iyileşiyorum.

Endişelerle  Örülü Bir Hayat
Kaygı, endişe ve stres aslında her gün, hepimizin yaşadığı duygular… Hatta bunların bir tehlike anında ya da baş etmemiz gereken bir durum karşısında bizi uyararak harekete geçirmesi bakımından (savaş ya da kaç tepkisi) faydalı olduğu bile söylenebilir. Kaygı hissettiğin zaman kalbin daha hızlı çarpar, nefesin sıklaşır ve derinleşir, duyuların keskinleşir ve vücutta depolanmış olan enerji serbest bırakılır. (Tıpkı bu yazıyı vaktinde yetiştirmek için benim şu anda yaşadığım stresin, klavyenin tuşlarına çok hızlı basmama ve durmadan ayaklarımı sallamama neden olduğu gibi. Yani bence hiç zararı yok!)
Anksiyete bozukluğu ise, bu duyguları normal bir hayat sürdürmene engel olacak derecede yoğun hissetmeye başladığında ortaya çıkıyor. Memorial Şişli Hastanesi Psikiyatri Bölümü’nden Uzman Doktor Cem Hızlan, “Öncelikle anlaşılması gereken, anksiyetenin bir hastalık değil, içsel durum ve çevresel koşulların belirlediği bir çeşit pozisyon alma ya da çevreye reaksiyon verme durumu olduğu” diyor. Bu reaksiyon şiddetli olduğunda ise, “anksiyete bozukluğu” olarak tanımlanıyor. Kişi o kadar yoğun bir stres ve kaygı hissediyor ki, bu durumla başa çıkamıyor ve kötü bir şey olacağını, aklını yitireceğini, kontrolünü kaybedeceğini ya da öleceğini düşünebiliyor. O esnada kalp krizi geçirdiğine emin olanların sayısı da hiç az değil. Bunun sık sık tekrarlanması, elbette kişinin hayattaki bütün den-gelerini bozuyor.

Bütün uzmanların altını önemle çizdiği bir nokta var: Panik atak, öyle olduğu zannedilmesine rağmen kendi başına bir hastalık değil. Avusturya Sen Jorj Hastanesi’nden Uzman Klinik Psikolog Sinem Gül Şahin, panik atağın anksiyete bozukluğunun alt dallarından biri olan panik bozukluğun bir belirtisi olduğunu söylüyor. Ancak bazı fobileriyle burun buruna gelen kişiler de (örneğin örümcek fobisi olan kişi, elinin üzerine bir örümcek geldiğinde) panik atak geçirebilir ve bu o kişinin panik bozukluk yaşadığı anlamına gelmez. Panik bozukluk durumunda ise, atak geçirmediği zamanlarda kişinin görüntüsünde ya da davranışlarında hiçbir problem yokken; atak anında algısı bozulur, zihni karışır ve onunla iletişim kurulması güçleşir. Yoğun bir ölüm korkusuna ya da kendini kaybetme endişesine kapılır. Atak genelde beş, 10 ya da 15 dakika sürse de bazı durumlarda bu süre 30 dakikaya kadar çıkabilir. Asıl can sıkıcı olan ise, kişinin her an bir atak geleceğini düşünerek beklentiyle endişeye kapılması… Psikolog Şahin, bu duruma “beklenti bunaltısı” dediklerini söylüyor. Kişiler zamanla ataklar arasında geçen süreye de yayılan genel bir kaygı hâlinde yaşamaya başlıyor.
Yapılan araştırmalara göre kadınlarda (özellikle de büyük şehirlerde yaşayanlarda) erkeklere kıyasla iki kat fazla görülen panik bozukluk, genelde yetişkinlik döneminde, en çok da 20’li yaşlarda ortaya çıkıyor. Nedenleri ne yazık ki çok net değil. Araştırmalarda, genetik yatkınlığın önemli bir payı olduğu görülmüş. Nitekim bendeki ataklar da annemin aynı sorunla boğuşup tedavi görmesinden birkaç yıl sonra başlamıştı. Genetiğin yanı sıra, olumsuz deneyimler, travmatik olaylar, yoğun stresli bir dönemden geçmek de panik bozukluğun ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor. Beraberinde depresyon gibi bazı psikiyatrik rahatsızlıklar da görülebiliyor. İNDA Çözüm Odaklı Danışmanlık ve Eğitim Merkezi’nden Uzman Klinik Psikolog Ersin Bayramkaya, bu durumu şöyle açıklıyor: “Çünkü kişi hayatta keyif aldığı birçok şeyi (spor yapmak, sinemaya gitmek, arkadaşlarıyla bir kafede oturmak gibi) korktuğu için kesmiştir. Var olan stres durumları ile baş etmekte zorlanır ve birtakım depresif belirtiler göstermeye başlayabilir. Mutsuzluk, karamsarlık, umutsuzluk, kendine güvensizlik, kendini suçlama, uykusuzluk veya aşırı uyuma, iştahsızlık ya da aşırı yemek gibi…”
Panik bozukluk yaşayan kişiler, kendini rahatlatmak adına alkole de başvurabiliyor. Birtakım ilaç/maddeler ve aşırı alkol kullanımı, o sırada kişiyi rahatlatıyor gibi hissettirse de, tedavi edilmesi gereken apayrı sorunlar hâline geliyor.

Nasıl Belirti Veriyor?
Annemdeki problem, başvurduğumuz ilk uzmanlar tarafından hipertansiyon olarak değerlendirilmişti. Oysa tansiyonu sadece ataklar sırasında yükselirken, diğer zamanlarda normaldi. Elbette bir atak anında ölçüldüğü zaman oldukça yüksek çıkıyordu. Tıpkı benim baş ağrılarımın migrene benzemesi gibi…
Anksiyete bozukluklarının hem fiziksel, hem duygusal belirtileri var ancak fiziksel olanlar oldukça keskin: Kalp atışlarında hızlanma ve çarpıntı hissi, göğüs ağrısı, kan basıncında oynamalar, midenin çalışmasında yavaşlama, asit salgılanması ve mide bulantısı, terleme, titreme, yutkunma güçlüğü, nefes almakta zorlanma, ağız kuruluğu, sık idrara çıkma isteği, kaşıntı, baş dönmesi ve bayılacakmış gibi hissetmek, kulak çınlaması gibi belirtiler pek çok vakada standart olarak görülüyor. Elbette hepsinin bir arada olması gerekmiyor. Bazı kişilerde bu belirtilerden birkaçı çok şiddetli olabilirken, bazıları hiç görülmeyebiliyor. Konsantrasyon güçlüğü, unutkanlık, sinirlilik, çabuk heyecanlanma gibi duygusal ve ruhsal belirtileri de var. Tarif etmek zor olsa da, atak anında gerçekliğin dışına çıktığını da hissediyorsun. Yaşadıkların ya da bulunduğun yer gerçek değilmiş gibi…
Hisar Intercontinental Hospital’den Psikiyatri Uzmanı Doktor Erdem Onur Özalmete’ye göre, toplumda en sık görülen psikiyatrik bozuklukların başında anksiyete bozukluğu geliyor. Yapılan çalışmalarda her dört, beş kişiden birinde görüldüğü tespit edilmiş. Hiç de az bir rakam sayılmaz. Ancak anksiyete bozukluğu başlığı altında değerlendirilen tek hastalık panik bozukluk değil. “Takıntı hastalığı” dediğimiz obsesif kompulsif bozukluk, travma sontrası stres bozukluğu ve fobiler de birer anksiyete bozukluğu sayılıyor. Bunları düşününce rakamın neden bu kadar yüksek olduğu daha iyi anlaşılıyor, değil mi?

Örneğin agorafobi (açık alan korkusu), panik bozukluk yaşayan kişilerde eş zamanlı olarak sıkça görülen bir durum. Bu kişiler hep olabilecek en kötü senaryoyu hayal ettiği için, bir bakıma kendi kendini kışkırtıyor. Doktor Özalmete, “Panik bozukluk hastasının, atak anında birilerinin ona yardım etmesi gerektiğine dair inancı o kadar yüksektir ki, yalnız başına evin dışına çıkmaya, hastanelerden uzakta olmaya ve genel olarak yalnızlığa tahammül edememeye başlayabilir” diyor. Büyük alışveriş merkezlerine gitmekten, otobüs ya da uçakla seyahat etmekten, köprüden ya da tünelden geçmekten, asansöre binmekten korkabilirler. Bende bu durum, çalıştığım iş yerinin servisine binememe şeklinde ortaya çıkmıştı. Başım sürekli ağrıdığı ve midem bulandığı için, normalde beni araç tutmamasına rağmen atak anında tutabileceğine inanıyordum. Şimdi düşününce tuhaf geliyor. Ama uzmanların dediği gibi, o anda zihin algıların değişiyor; aynı sen olmuyorsun, bambaşka bir şekilde düşünmeye başlıyorsun.
Atağın nerede ve ne zaman geleceği ise hiç belli olmuyor, hatta uykuda bile gelebiliyor. Yani uykudan birdenbire endişe hissiyle uyanmak mümkün. İstanbul Tüp Bebek ve Kadın Sağlığı Merkezi’nden, aynı zamanda WH Danışmanı Uzman Klinik Psikolog Çisem İlhan, “Panik atağın ne zaman geleceği bilinmez. Genellikle beklenmedik bir anda ve herhangi bir yerde ortaya çıkabilir” diyor ve bu durumun kişilerin kaygısını daha da arttırdığını ekliyor.

Zihnimize Ekilen Tohumlar…
Peki bütün bu süreç nerede başlıyor? Doktor Özalmete’ye göre, kaygılı anneler bebeklerine farkında olmadan kaygı mesajları verebiliyor. Bunun etkisiyle bebeklerin kaygı anında kendini sakinleştirme yetenekleri yeterince gelişemiyor: “Annelerin bebeğin kaygısı karşısında takındığı tutumda, sakinleştirici mesajlar yerine gizli kaygı mesajları olması hâlinde, bebeğin zihinsel kodlamaları da bu yönde olur.” Böylece bebekken zihnimize kazınan kaygı kodları, büyürken genel olarak kaygılı durumları gerektiği gibi işleme yeteneğini kazanmamızı engeller. Ve sonuçta, stresle başa çıkmakta zorlanan, panik bozukluğa yatkın yetişkinler hâline geliriz.
Bir yaklaşıma göre, artan kaygı ve duyarlılık aslında koruyucu bir şey. Gen havuzunda çevresel koşullara uyum sağlamayı zorlaştıran diğer bazı hastalık genleri gibi elenmeden, kuşaktan kuşağa geçmesinin nedeni de bu. Doktor Özalmete, bu görüşe katılmıyor ve kaygının ilk ortaya çıkma nedeninin bireyi değil, toplumu korumak olduğunu söylüyor: “Vahşi hayvanların, diğer kabilelerin saldırısına açık olarak yaşanılan ilkel dönemlerde koruyucu olabilen bazı genetik özelliklerimizi ne yazık ki hâlâ taşıyoruz. Bu nedenle güvenli evlerimizde sakin sakin oturmak varken olmayan aslanlara karşı tetikte bekliyoruz. Tabii ki aslan imgesinin yerini olmayan hastalıklar, zamansız ölümler ve yıkamakla elimizden bir türlü gitmeyen mikroplar alıyor” diyor.

İçinde yaşadığımız toplumda kaygıya nasıl bakıldığı da çok önemli. Örneğin sosyal ortamlarda, ilişkilerde ortaya çıkan kaygı ve çekingenlik, Doğu toplumlarında “saygı” göstergesi olarak kabul edilirken, kişilerin sosyal anlamda girişken olmasının beklendiği Batı toplumlarında “bozukluk” olarak değerlendiriliyor. Sosyal ortamlara girmek istemeyen bir çocuk, bir aile yapısı içerisinde “içine kapanık” olarak nitelendirilir ve üstüne gidilmezken, bir başka aile böyle bir çocuğu hemen bir uzmana götürme
gereği duyuyor.
Kaygılı annelerin kaygılı bireyler yetiştirdiği düşüncesi karamsar bir tablo gibi görünebilir. Ama neyse ki günümüzde anksiyete bozuklukları kolayca tedavi edilebiliyor. Antichrist filminde kocasıyla banyoda seviştiği sırada bebeğini kaybeden, hissettiği yoğun acı ve suçluluk hissiyle travma geçirerek anksiyete bozukluğu yaşayan kadını (Charlotte Gainsbourg), psikolog olan kocası (Willem Dafoe) tedavi etmeye çalışıyordu. Neyse ki gerçek hayat bir korku filminde yaşananlardan çok uzak ve terapiler tekinsiz bir ormana gitmeyi gerektirmiyor!

Tünelin Ucundaki Işık…
Hayatını ataklarına göre düzenlemek, atak geçireceksin diye ofise gitmek yerine evden çalışmayı seçmek ya da hastaneye yakın bir eve taşınmak çözüm değil. İlk atak sırasında elbette bunun ne olduğunu anlamayabilir, ne yapacağını bilemeyebilirsin; bu çok normal. Acil servisle ilk atak sırasında tanışan ve doktorlardan “hiçbir şeyin yok” sözünü duyan o kadar çok panik bozukluk hastası var ki… Ancak bunu bir kez yaşaman, ikincisi de mutlaka olacak anlamına gelmiyor. Çoğu kişide bir atak görüldükten sonra tekrarlanmıyor ama bunu bir kez yaşadıysan ve tekrarlanırsa, vakit kaybetmeden hemen bir uzmana başvurmalısın.

Anksiyete Bozukluğunun Belirtileri
Fiziksel Belirtiler
> Kalp atışlarında hızlanma ve çarpıntı hissi
> Göğüs ağrısı, kan basıncında oynamalar
> Midenin çalışmasında yavaşlama
> Asit salgılanması ve mide bulantısı
> Terleme
> Titreme, ürperti hissi
> Yutkunma güçlüğü
> Nefes almakta zorlanma
> Ağız kuruluğu
> Sık idrara çıkma isteği
> Kaşıntı, deri döküntüleri
> Baş dönmesi ve bayılacakmış gibi hissetmek
> Kulak çınlaması

Duygusal Belirtiler
> Konsantrasyon güçlüğü
> Unutkanlık
> Sinirlilik
> Çabuk heyecanlanma

Gevşeme Egzersizi
Psikolog Çisem İlhan, gevşeme egzersizlerinin atağı atlatabilmek için yapılacak en iyi bireysel yöntem olduğunu söylüyor. Aşağıdaki nefes egzersizini atak anında yapabilirsin. Ancak her gün düzenli olarak beş dakikanı ayırmak, sonucun daha kalıcı olmasını sağlar.
• Bir elini göğüs kafesinin sağ altına, karnının üzerine yerleştir.
• Burnundan yavaş ve derin bir soluk al, sonra aldığın havayı mümkün olduğunca yavaş ver. Karnından soluk alıp vermeye çalış. Bunu anlamak için, göğüs kafesinin altına yerleştirdiğin elinin hareket edip etmediğine bak.
• Tam ve derin soluk aldığında bir saniye tut, ardından aldığın nefesi hem ağzından hem burnundan yavaşça ver. Soluğunu tam olarak dışarı attığından emin ol. Kol ve bacaklarını gevşek bırak. On kez yavaş ve tam karın solunumu yap.
• Şimdi, burnundan soluk alırken beşe kadar yavaşça say. Bir saniye içinde tuttuğun nefesini beşten geriye sayarak ver. Nefesini verirken geriye saymak yerine dilersen “gevşe”, “rahatla” gibi telkinleri beş kez içinden tekrarlayabilirsin. Her nefes alış-verişinden sonra kısa süre bekle, dinlen. Egzersizler sırasında baş dönmesi yaşarsan 30 saniye mola ver. Sonra tekrar başla.

 

BENZER YAZILAR