WOMEN’S HEALTH KADINI 4

Hayatını, farkındalıkları yaşamaya ve gelişmeye adamış Şebnem Dönmez’le doğrularını konuştuk.
Bebek’teki Happily Ever After’a vardığımda, Şebnem büyük tahta masanın bir köşesine oturmuş, tavuk suyuna çorbasını içiyordu. Yeni kesilmiş sarı saçları, son derece doğal hali ve hayattan ne istediğini bilmesine rağmen kendini fazla ciddiye almayan tavrıyla, uzun zamandır tanıdığım Şebnem’in, “Kendim Olmak Güzeldir” sloganımızı birebir yansıttığına bir kez daha emin oldum. İşte Clara Amram’dan sonra Women’s Health kadını olmaya cesaret eden Şebnem ile hayat üzerine sohbetimiz…

Şu an hangi projelerle meşgulsün?
Ben, Turkmax’da çalışıyorum. “Laf Ebeleri” programını sunuyorum. Hem ben, hem de çocuklar yayın sırasında çok eğleniyoruz. Tam bir eğlence programı. Tabii onların malzemesine alıştığım için başkalarının güldüğü kadar gülmüyorum. Bu sene Yeditepe Üniversitesi’nden canlı yayına geçtik. Her ne kadar canlı yayın deneyimim olsa da başta biraz korktum açıkcası. Sorumluluk bende olduğundan her şeyi kontrol etmem gerektiğini hissettim. Bir-iki program çekinerek geçti ama sonra yine eski modumuza döndük.Canlı yayın yaparak büyüdüğüm için çok normal ve zevkli geliyor bana. Getirdiği disiplini seviyorum.

Televizyon için başka proje yapıyor musun?
Yine Turkmax’da Haluk Bilginer’le birlikte bir sitcom’da oynuyorum. Bu bir komedi dizisi. Stüdyoda tiyatro gibi sesli çekiliyor. Çok rahat geçiyor çekimler. Oyuncuların hepsi çok iyi. Haluk Bilginer’le tekrar çalıştığım için çok şanslıyım. Füsun Erbulak, Celal Kadri Kınoğlu ve Deniz Arcak’ın da olduğu beş kişilik bir kadromuz var. Reklamlarla birlikte 60 dakikaya geldiği için sıkmayan bir dizi.

Çalışma programın nasıl? Kendine vakit ayırabiliyor musun?
Pazartesi ve Salı günleri TEM stüdyolarında dizi çekimi ile geçiyor. Salı akşamları canlı yayınım olduğu için biraz erken kaçabiliyorum. Bunun dışında tüm haftam bana ait. Bu zamanı kendime ayırarak değerlendirmek istiyorum. Uzun zamandır yapmadığım yogayı tekrar hayatıma sokmak, ata binmek ve daha çok kitap okumak istiyorum. Açıkçası şu an biraz dinlenme sürecindeyim. Yazın politik bir filmde oynadım. Onun son birkaç sahnesi kalmıştı, daha yeni bitirdik. Biraz da ondan dolayı programımı doğrultamadım.

Bu filmden bahseder misin biraz?
Recep Yazıcıoğlu diye bir Denizli valisi vardı. Politikayla ilgilenen birisi olmamama rağmen haberlerden yaptıklarını takip ederdim. Rafting yaptırırdı. Konuşmaları hiç politikacı gibi değildi. 2003 yılında Ankara yolu üzerinde bir trafik kazası geçirip çok genç yaşta ölmüştü. Ayşe Kulin’in “Köprü” adında bu konu üzerine yazdığı bir romanı varmış. Bu romandan önce bir dizi yapılmış. Daha sonra aynı yapım şirketi aynı yönetmenle sinema filmini yapmaya karar vermiş. Oturup tekrar hikâyeyi yazmışlar. Ocak’ta vizyona giriyor. Bana göre gişe kaygısı olan bir film değil. Bu ülkede yaşayan aydınlık kafaları nasıl yok ettiğimizi anlatan bir film. Umarım insanlara ulaşır. Ben de bu filmde hayatımın ilk kötü rolünü, müsteşar yardımcısı bir kadını oynadım. Hayatta karşılaşabileceğiniz türde kötü bir kadın. Sinema filmi çekmek çok zevkli. Hatta biraz sapıkça bir tutku bu. O kameranın çekime başlarken ve biterken çıkardığı bip sesinin çok hoşuma gittiğini fark ettim. Aslında işin özeti, ben işimi, oyunculuğu çok seviyorum. Bunun çok büyük bir lüks ve şans olduğunu düşünüyorum. Ðnsanlar yapmak istedikleri şeyi bulamadan tüm hayatlarını geçiriyor. Bu benim için yeni bir kapı gibi ve ben buna inanıyorum. Ðnsan hayatında yeni kapılar açabilir ve bunun sonunun olmadığını bilmek çok ilginç. Sunuculuk yapan birisiyken oyuncu olmaya karar verdim. Tabii bu bir süreç içinde oldu ama her zaman yapabileceğime inandım. Ðnanmanın yanında çok sevip hayatımın içine aldım ve devam ettirdim. Bunun için de aşk gerekiyor. Bu işe aşık değilseniz, bence yapamazsınız. Yazmakla ilgili de böyle bir hissiyatım var ama herhalde zamanı gelecek. Oyunculuğa da hemen girememiştim. Benim için biraz zaman geçmesi gerekiyor.

Nelerden besleniyorsun?
Öncelikle okuyorum. Yine de daha çok okumalıyım diye düşünüyorum. Şu an okuduğum birkaç kitap var. Bir tanesi bizim sitcomdaki yönetmen yardımcımızın Yılmaz Güney ile ilgili yazdığı bir oyun. Okuyup ona fikrimi söylemem gerekiyor. Bu arada çok tiyatro yapmak istediğimden oyun araştırıyorum. Bir de Zadie Smith’in kitaplarını okuyorum. Yoga ve meditasyon da normal hayatın içinde nefes almamı sağlayan şeyler. Bunun dışında çok çalışıyorum. Bol bol iyi filmler izlemeye çalışıyorum. Son günlerde Zeitgeist diye bir film izledim. Kitabı da var. Almanca zamanın ruhu anlamına gelen bir belgesel. Dünyanın yönetilişi ve geldiği nokta ile ilgili. Bence çok kötü bir yere doğru gidiyor. Sevgisizlik var. Paraya dönüşemeyen değerler ve duygular önemsiz. Bir sürü şey silinip gitmiş.

Kendi adına bunu değiştirmek için ne yapabileceğini düşünüyorsun?
Kendi varlığımın önemli olduğunu düşünüyorum. Sorunların dışarıdan değil de kendinden kaynaklandığını bilen insanların bir şeyler yapması lazım. Burada yapılacak tek şey kendi içine dönmek, kendini tanımaya ve değiştirmeye çalışmak. Olumsuzluk gibi olumluluk da yayılan bir şey olduğundan, içine dönüp kendinle dürüst bir iletişim içerisinde olmanın, aydınlık olmanın yeterli olduğunu düşünüyorum. Ben kitlelere hitap eden işler yapan bir insanım. Bir şey söylemem gerekmiyor. Aktif şekilde politik konularda yer alarak, “Şöyle olmalıyız” diye demeçler verecek biri değilim. Bunun farkındayım. Tek yapmam gereken doğru şeyler yaparak kendime göre ilerlemek. Mesela Manolya gibi bir film seyredersin ve bir daha asla aynı insan olamazsın. Öyle bir projenin içinde olmak isterdim. Yazı yazmanın da bunu sağlayacağını düşünüyorum. Ama her şeyden önce benim tekrar yoga yapmaya başlamam lazım!

Neden tüm egzersizler içinde yogayı seçiyorsun?
Yoga, meditasyona hazırlayan bir ön çalışma. Şu an otursam en fazla 15 dakika meditasyon yapabilirim. Yoga yapınca tüm vücuduma oksijen gidiyor, kendimi iyi hissediyorum. Arkasından meditasyonu çok daha rahat yapabiliyorum. Meditasyon yapınca bir süre sonra her şey meditasyona dönüşüyor. Bu röportaj, bir yürüyüş, seyrettiğim bir film… O tepelerden bakan gözü egzersizle, farkındalıkla ortaya çıkardığında tüm hayatın bir meditasyona dönüşüyor.

Nasıl başladın bu çalışmalara?
2000 yılında zor dönemlerden geçtim. Oyunculuk yapmak istiyordum ama çekiniyordum. Var oluşumu sorguladığım, kabuk değiştirmek istediğim dönemlerdi. Tam o sırada babamı kaybettim. Yogayı keşfetmeseydim ayakta kalamazdım. Yogayı en basit şekliyle çok iyi yapılmış bir masajın hissettirdiklerinin ardından, tüm duyularının çalışması, kokuları, tatları fark etmek olarak açıklayabilirim. Hindistan’da olduğum dönemde çok meditasyon yaptım. Her sabah 5.30’da kalkıp yaptığım meditasyondan sonra tek başıma kahvaltımı ederken, ortada hiçbir sebep yokken gülebiliyordum. Var olmanın mutluluğu bu. Dışarıdan beklenecek bir şey değil, sadece bana bağlı, içimden gelen bir şey.

Röportaj: Banu Alagöz / Fotoğraf: CANDAŞ ARIN / Styling: Tülin Demir

BENZER YAZILAR