İstikametim, Adirondack Parkı’nın derinlerinde yer alan, pek sık ziyaret edilmeyen batı tarafındaki Northville-Placid Trail. Her şeyden uzak bir barınak gibi.
Buraya ulaşmak için, aracımı park ettiğim yerden 21 kilometre yürüyüş yaptım. Birkaç saat boyunca dağlardaki alışılmış sağanak yağmurlardan birine yakalandım. Şikâyet edebilirdim ama eğer ormandaysanız ve sizi kimse duymuyorsa, ağlanıp sızlanmanın bir anlamı olmadığını çabuk kavrarsınız. Sessizce ve yorgun argın yoluma devam ettim.
Kamp alanıma güneş batmadan birkaç saat önce ulaştım. Pişirdim, yedim ve uyku tulumumu açtım. Kısa süre içinde sıkılmaya başladım. Ekranı kaydıracak hiçbir haber uygulamam yoktu. Ben de barınağın daha önceki ziyaretçilerinin derin düşüncelerini içeren kayıt defterini elime geçirdim. Sayfaları çevirdikçe, diğer solo yürüyüşçülerle ilgili deliller buldum. 1986 yılının Ağustos ayında (o sırada ben 2 yaşındaydım), bir adam ağır bir sağanak yağıştan önce barınağa varmış. Oturmuş yağmuru izlerken şunları yazmış: “Şu kısa ziyaretimde, burada her gün gerçekleşen güzelliği paylaşan şanslı gözlerimin, bana verilmiş bir hediye olduğunu düşündüm. İnsanın düşüncelerini arındırıyor ve ona asıl önemli olanın ve diğer her şeye anlam katanın para, başarı, mal, mülk değil; insanlarla ilişkiler, iç huzur ve anlayış olduğunu hatırlatıyor.”
Barınağımda yalnızdım ve düşüncelerimle alay edecek kimse yoktu. Bir anda yolculuğumun anlamını bulduğumu hissettim. 1986’da gelen bu adamın o an nehir kıyısında bir yerlerde uzandığını,
gençliğinden aldığı büyük derslerle birlikte etrafı torunları tarafından çevrilmiş bir şekilde zamanını geçirdiğini hayal ettim. Yapmadığı şeylerse Facebook’unu kontrol etmek ve LinkedIn’deki profesyonel kontaklarına mesaj göndermekti muhtemelen. Tweet atmıyor ya da Snapchat’te mesajlaşmıyordu. Özel hayatı çok zengin ve dolu olmalıydı, bu yüzden dijital takviyelere ihtiyaç duymuyordu.
Ben mi? Telefonumu özledim. Adirondack’lıların bağlantısız olduklarını bilsem de, Wi-Fi bağlantılı yaban hayatını tercih ederdim. Ancak servis dışı olmak en iyisiydi. Modern yaşamda telefonunuzun internetle arasında kurduğu dijital bağ, asla tam olarak var olmamanızı garantiye alıyor. Bu yılın başlarında Florida State Üniversitesi’nden araştırmacılar, cep telefonu bildirimlerinin (küçük pingler ve sinyaller), ekrana baksanız da bakmasanız da konsantrasyonunuzu baltaladığını ortaya koydu. Cevap vermek için yaptığınız işi bir kenara bırakmanız gerekiyor. O an her neredeyseniz, bir saniye içinde başka bir yere gidebiliyorsunuz. Eğer zihninizi dijital ve fiziksel dünya arasında ikiye bölerseniz, bu defa beyninizin hayatta sağlıklı görünmenizden sorumlu olan bölgesini kapatmış oluyorsunuz.
Colorado Üniversitesi Institute of Cognitive Science’tan araştırmacı Dr. Jessica Andrews-Hanna, “Beynin dinlenme süreçlerinde aktif hale gelen belirli bazı bölgeleri bulunuyor ve bunlar dış uyaranlara cevap verdiğinizde devre dışı kalıyor” diyor. Bu bölgeler (öncelikle ön ve arka singulat korteks, hipokampus ve ortadaki temporal lob) “default network”ünüzü oluşturur ve geçmişinizi anlama, geleceğinizi planlama ve sizi sık sık sorun çıkaran dış dünyadan ayrıştırma konusunda kritik rol oynar.
Barınağımda tek başıma otururken, beynim hakkında düşünmeye başladım. Yakından dinledim ve yıllar sonra ihmal edilmiş eski parçaların yeniden harekete geçmesini bekledim. Ama umut yoktu. Sadece cırcırböceklerinin sesi yankılanıyordu.
“Default Network” araştırmaları ile ilgili en büyük yenilik, bundan 10 yıl önce birkaç MIT bilim insanının farelerle yaptığı bir deneyle keşfedildi.
Labirentte peynir peşine düşen farelerin, beklenmedik engellerle karşılaştıklarında neler yaşadıklarını gözlemlemek için beyinlerine elektrotlar bağlandı. Sizce öylece durup düz duvarı mı izlediler? Pek sayılmaz. Anında o ana kadar yaptıkları labirent gezisini zihinlerinde tekrar izliyorlardı. Av peşindeyken hipokampustan gönderilen sinyaller, durduklarında daha fazla yollanıyordu; ancak bu kez sondan başa doğru. Yani deneyimlerini gözden geçirip, gelecekteki peynir arayışları için ders çıkarıyorlardı.
Bu bulgular, özellikle default network konusunda insan beyninde yaşanan şeylerle paralellik gösteriyor.
Dr. Andrews-Hanna, “Bu kısa dinlenme periyotlarının, tıpkı uyku gibi öğrenme ve hafıza için önemli olduğu ve beynimizin restore edilmesini sağladığı konusunda herkes hemfikir” diyor. E-postalara, şuursuz şoförlere ve sabah programları sunucularına tepki vermekle meşgul olmadığımızda, beynimiz yakın geçmişte meydana gelen olayları kavrayarak, bunların bizi gelecekte nasıl etkileyeceği hakkında teoriler geliştirir. Buradan, yalnız kalmanın faydasına geleceğiz: Hiçbir şey yapmamak veya bir başına kalmak (eğer elektroşok butonuna 190 kez basmak isteyecek kadar fenalık geçirmiyorsanız), hayatınızın son döneminde meydana gelen gelişmelerden memnun olup olmadığınızı değerlendirmenizi sağlar. Kendi hayallerinizin mi, yoksa bir başkasının hayallerinin peşinden mi gittiğinizi bulmanıza yardımcı olur. Esas kişiliğinizi kariyerinizden, ev kredisinden, sürekli araya giren akıllı telefonunuzdan ve sizi strese sokan diğer şeylerden ayırmanıza imkân verir.
Bu sessiz ormanda, Dövüş Kulübü filminde Brad Pitt’in canlandırdığı nihilist karakter Tyler Durden’ın imgesini hatırlıyorum. Bir rol model olarak Durden tartışmaya açık bir karakterdi. Ancak verdiği mesaj yerindeydi: “Sen kullandığın araba değilsin. Sen cüzdanının içindekiler değilsin. Sen üzerindeki kıyafetler değilsin.” Eğer distopyasında akıllı telefonlar da olsaydı, onları da bu listeye dahil ederdi. Yeni boş zihnim bana Durden prensibini anlamamı, böylece her zaman iyi olma konusunda daha az baskı hissedeceğimi söylüyor.
Yalnızlık sadece yılda bir kez, dört gece boyunca yaşanılacak bir şey değil.
Eğer zihninizi önemsiyorsanız, gün içinde bunun pratiklerini yapmalısınız. Dr. Salmon, “İnsanlara vücutlarını forma sokmaları için ne kadar süre gerektiğini soruyorum. Birkaç yıl gerekir diyorlar. Ben de onlara, aynı düşünce biçimini ve sabrı mental sağlık için de uygulamaları gerektiğini söylüyorum” diyor. Eğer kamp ateşinde tek başınıza şarkı söylemek iyi fikirmiş gibi gelmiyorsa, bu konuda yalnız olmadığınızı söyleyeyim. Ancak yalnız kaldığınızda kendinizi daha rahat hissetmeye başlarsanız, o zaman daha kesin hedeflere ve stresli durumlar üzerinde daha kontrollü
bir ruh haline sahip olabilirsiniz.
Filipinler’de yapılan bir çalışmada, insanlardan kendilerini randevuya çıkarmaları isteniyor. Bu sahilde uzun bir yürüyüş veya bir akşam yemeği de olsa, katılımcıların çok özel biriyle zaman geçirdikleri hissiyatına girmeleri sağlanıyor. Deney kulağa garip gelebilir ama araştırmacı, katılımcıların tek başlarına zaman geçirme konusunda yüzde 21 civarında pozitif bir gelişme tespit ediyor.
Benim elektronik cihazlardan yoksun tatil kampıma geri dönersek; New York’un bu kayıp noktasına ulaşmamla ilgili şöyle bir ironiden bahsedebiliriz. Oradaki ikinci gecemden sonra, oraya ihtiyaç
duymadım. Çünkü benim tek başıma kalma tedavim yola çıkmamla birlikte başlamıştı. Hatta belki şehirden kaçmamla, belki de patronumdan birkaç günlüğüne izin istememle başlamıştı. Kendimi kontrolüm dışındaki zorunlulukları yerine getirmekle yükümlü biri ya da ofis kölesi gibi görmeye başlamamla zihinsel dönüşümümün fitilini yakmıştım. Tyler haklıydı: Cüzdanımın içindekiler değildim, kıyafetlerim değildim. Hele bildirimlerle hayatımı işgal eden akıllı telefonum hiç değildim.
Ne zaman yalnız olmanın paha biçilmez olduğuna dair daha fazla onaya ihtiyaç duysam, yoluma yeterince ikna edici bir örnek çıkıveriyor. Geçenlerde parka yürüyüş için geldiği belli olan sırt çantalı bir adam gördüm. Sabırsızca bir grup insana bakıyordu. Küçük bir çocuk “Ben yapacağım, ben yapacağım!” diye bağırarak önden gidiyor, arkasından bir grup yetişkin çocuğu zapt etmek için koşturuyordu. Çocuklu birkaç tane ailenin bir araya geldiği bir hafta sonu etkinliği olduğu belliydi. Tek başına bezgince dikilen adamla göz göze geldik. “Yalnız mı yürüyüş yaptınız?” diye sordu. “Evet” diye yanıt verdim. “Şanslısınız” dedi gülümseyerek. Haklıydı.